Numan Kurtulmuş, geçen ayki Taksim patlaması sonrasında yaptığı açıklamada “3. Köprü’nün son kaynakları da yapıldı. Köprülerimizi de yapacağız, yollarımızı da yapacağız. Terör bunları istemiyor.” dediğinde birçok insan “Ne diyor bu adam?” diye düşünmüştü. Benzer bir gariplik örneğin Gezi’nin aslında Almanlar tarafından İstanbul’da Avrupa’nın en büyük havaalanının yapılmasına karşı gerçekleştirilen bir provokasyon olduğunun iddia edildiğinde yaşanmıştı. AKP yetkilileri neden yaşanan her sorunu inşaat işleri cinsinden açıklama takıntısına sahip?
Bu gariplikler aslında AKP yöneticilerinin bilinçaltındaki büyük korkularını yansıtıyor: İnşaat işlerinin durması. İnşaat işlerinin durması AKP için olabilecek en büyük felaket gibi algılanıyor. Ülkenin bir iç savaşın eşiğine yuvarlandığı koşullarda Diyarbakır’da Sur’u acil kamulaştırma ile TOKİ’ye devretme telaşı yaşanıyor. “Çevrecinin daniskası”nın iktidarında Doğu Karadeniz’in 6 ilinde maden sahası olarak tahsil edilen toprakların illerin toplam yüzölçümünün %40’ına denk geldiği ortaya çıktı. Maraş’ta yapılmak istenen Suriyeli mülteci kampının ihalesinin bile Kalyon İnşaat’a verildiği ortaya çıktı. Erik Meyersson tarafından geçtiğimiz hafta yayınlanan bir makalede AKP ile Cemaat çatışmanın özellikle kamu ihale kanunlarında yapılan değişiklikler sonrasında 2011’den itibaren Cemaat’e bağlı şirketlere verilen ihalelerin sayısındaki düşüşten kaynaklandığı anlatılıyor. 2008’de yapılan kamu ihalelerinde yürütmenin istediği şirketi seçmesini kolaylaştıran düzenlemeler sonrasında ihalelerin yarıdan fazlasının birkaç AKP yandaşı şirkete gitmeye başladığı açıkça ortaya konmuş.
Yine bir diğer çok önemli notta İstanbul’da gayrimenkul fiyatlarının son 5 yılda 2,5, Türkiye genelinde ise 2 katına çıkmış olması. İstanbul’u devasa bir şantiye haline getiren kentsel dönüşüm uygulamalarıyla kent merkezlerinde üretilen yeni arsalara yapılan binalar bu artıştan büyük oranda sorumlu. Kentleri sürekli büyütmeye dönük motivasyon da bu trendden kaynaklanıyor. Yeni yollar, köprüler, metrolar yeni arazilerin imara açılmasını ve buralardan rant üretilmesini gündeme getiriyor. Ulaşılabilirlik arttıkça arazilerin ve konutların değerleri artıyor.
Küresel finans ortamında FED’in yapmış olduğu faiz artışının sınırlı kalması bir de Avrupa Merkez Bankası’nın düşük faiz politikası, negatif faiz ortamını beslemeye devam ediyor. Küresel ölçekte üretime giremeyen finansal sermaye, bizdekine benzeyen karlı inşaat ve imar hamlelerine ucuz kaynak olarak desteğe geliyor. Bu sermaye girişi gayrimenkuldeki aşırı fiyat artışlarını da mümkün kılıyor. Bu arada alınan gayrimenkullerin %60’ının banka kredisine başvurulmaksızın satın alınması da talebin büyük oranda sermayeden kaynaklandığını ve yatırım amaçlı gerçekleştirildiğini gösteriyor.
AKP’nin belediyecilik günlerinden geliştirdiği bu proje hem yandaş burjuvazi yaratmak ve büyütmek açısından çok işlevsel hem de kentte konut sahibi olan herkesi gelir artışı hissiyle tanıştırdığı için rıza üretimi açısından hayati. Güvencesizleştirme mekanizmalarının hızla yayıldığı koşullarda konut sahibi olmak bir tür güvenceli yatırım kaynağı olarak da işlev görmeye başlıyor. Herkesin bir tür emlakçı haline geldiği, bir taraftan borç batağında yüzerken bir taraftan de zenginleşme hayalleri kurabildiği bir orta sınıf ütopyası sunulmakta topluma. Rant hayallerinde yüzen insanlar siyasal toplumdan dışlanmalarını, tüketim dünyasına sıkıştırılmalarını şimdilik dert etmiyorlar. 1 Kasım seçimleri sonrasında Evrensel gazetesinde yayımlanan ve bir işçinin TOKİ’nin tehditlerinden çekinerek AKP’ye oy vermesinin gerekçelerini anlatmasına duyulan sıra dışı hayranlık ise aslında çürümeye bir bilgelik atfetmek, toplumun yaşanan bu yağmadan pay alma pahasına zulme ve sömürüye göz yummasını meşrulaştırmak dışında bir anlama gelmiyor. AKP projesinin, Erdoğan’ın kafesteki kuşu şemsiyesiyle iteklerken ki fotoğrafıyla simgelenen bir biçimde sivil toplum içinde de insanları nasıl yaşayacağına dair sınırlamalarla bunaltması ve gayrimenkul alanında oluşan saadet zincirinin kırılması önümüzdeki dönemde Batı’da politik alanı en fazla belirleyebilecek gelişmeler olarak görünüyor.
Ensar Vakfı’nda yaşanan rezilliğin üstünü örtemeyince “tecavüzcü öğretmenin aslında solcu olduğunu” ifşa etmeye karar veren, İranlı Zencani’nin “3 bakana 137 milyon dolar rüşvet verdim” itirafını susuş kumkuması ilan eden, ABD’li savcıyı cemaatçi ilan eden bir saçmalık hali karşısında söz üretmek dahi zorlaşıyor.
Fakat şurası çok açık ki AKP blokunun içindeki fokurdama her geçen gün daha belirgin bir biçimde hissediliyor. Böylesi bir dönemde bize düşen ahlaksızlığın karşısında onuru, diktatörlüğün karşısında baş eğmezliği, faşizmin karşısında direnişi, boyun eğmenin karşısında özgürlük tutkusunu, haksızlık karşısında adaleti, bıkkınlık karşısında umudu, dağınıklık karşısında örgütlenmeyi, seyretme yerine akılla inadı birleştirmeyi sonuna kadar kararlılıkla temsil edebilmek. Halkın gündemini belirleme konusunda da ısrarlı olmak durumundayız, tarihte gerçeklerin bu kadar karartılmaya çalışıldığı bir dönem azdır.
1 Mayıs yaklaşırken bu duruşu kitlelerle birlikte sergileyebilmenin olanaklarını bulmalı, ezilenlerin kendi yollarını açabilmeleri için hızlı ve doğru bir öncülük tarzını geliştirmeliyiz. Bazı zamanlarda en kötü karar kararsızlıktan iyidir. Dönemin ihtiyaçlarına uygun bir kararlaşmayı bir an önce başarmalı ve sonuç olarak diktatörlüğe karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesinin elini güçlendiren sonuçları ortaya çıkartmayı esas prensip olarak ele almalıyız.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]