“NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? Böyle bir şey düşünülemez” Erdoğan’ın 21 Şubat 2011’de yaptığı bu açıklama Türkiye’nin, gelişmekte olan Arap Baharı sürecini dış müdahale destekli bir iç savaş noktasına taşıyarak şirazesinden çıkarmak isteyen Batı kampı karşısındaki ilk tutumunu yansıtıyordu. Bunun birkaç hafta sonrasında ise Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında ortak vize uygulamasını öngören “Şamgen” planıyla ilgili de anlaşmaya varılmıştı.
Nisan sonuna doğru ise Türkiye’nin Batı’nın iç savaşlar eliyle ABD uydusu olmayan Arap ülkelerini yıkıma uğratma politikasına dair tutumu radikal bir biçimde değişti. Bu değişimi sağlayan ise dönemin CIA Başkanı Leon Panetta’nın “gizli gizli” koduyla Ankara’ya gerçekleştirdiği 5 günlük ziyaretti. Bu ziyaretin birkaç ay sonrasında ise “Şamgen” planı rafa kalkmış Türkiye boylu boyunca Suriye savaşının parçası haline gelmişti. Suriye’nin yaşadığı yıkım açısından Türkiye’nin yaşadığı bu dönüşüm belirleyici olmuştu.
Birkaç hafta önce gerçekleşen Tillerson görüşmesi de böylesi önemli bir dönüşe yol açmış olabilir mi? Erdoğan-Çavuşoğlu-Tillerson’un 3,5 saat süren ve (muhtemelen Ruslara sızma gerçekleşmesini engellemek için) başka kimsenin alınmadığı görüşme sonrasında Türkiye ve ABD arasında yeni bir diyalog hattı oluşmuş gibi görünüyor. Erdoğan, ABD ve Rusya arasında salınarak büyük ortaklar karşısında elini yükseltmeye çalışıyor. ABD devletinin en azından bir kanadı Türkiye’yi Rusya’ya kaybetmeme noktasında kimi adımlar atılmasına ikna olmuş görünüyor. Çavuşoğlu’nun “Afrin operasyonu baharda biter, sonraki hedef Kandil” demeci aslında üzerinde konuşulan çerçevenin ne olduğu konusunda fikir veriyor. Tillerson’un ziyareti öncesinde basına bir ABD’li yetkilinin ağzından yansıyan “ PYD’yi PKK’ye karşı kullanabiliriz” açıklaması da Çavuşoğlu’nun demeciyle uyumlu. THY ile Boeing arasında yapılan en az 25 uçaklık anlaşma -ki doğrudan ABD Dışişleri’nin tebrik açıklamasına mazhar oldu- Türkiye’nin Trump’un sevdiği tarzda bir pazarlığa uzak olmadığını gösteriyor. Erdoğan’ın son “dinde reform” mealindeki açıklaması da genelde içerideki “meczup” hocalara had bildirme olarak okundu ancak Suudi Arabistan’da yaşanan açılımlarla paralelliği pek değerlendirilmedi.
Bazı başlıkların konuşulduğuna dair elimizde yeterince veri var ama kesin planlar haline dönüşmesi için daha çok yol yürünmesi gerektiği de açık. ABD ve Türkiye arasında olası bir rezonans durumunda Rusya-Suriye-İran’ın vereceği reaksiyon evdeki tüm hesapları çarşıda bozabilir.
Ekonomide tansiyonun giderek artması, savaşı ekonomik olarak sürdürülmesini zor ancak siyasi olarak bir mecburiyet haline getiriyor. İşsizliğin tüm çabalara rağmen yeterince düşürülemediği; henüz gerçek anlamda hükümete yönelmiş olmasa da taksiciler, özel halk otobüs sahipleri, şeker işçileri ve hatta müteahhitlerin bile ekonomik zorlanma kaynaklı tepkiler ortay koymaları, cari açığın Ocak ayında bir önceki yılın aynı ayına göre 2,7 milyar dolardan 7,1 milyar dolara çıkması, Türk bankalarının dış kaynak maliyetlerini arttıran gelişmeler (Moody’s, Halkbank) hükümeti savaşın yarattığı milliyetçi kabarışa bağımlı hale getiriyor. Ekonomideki bu sıkıntıların ağrı kesicisi ise ayda 12,7 milyar dolara ulaşan dış kaynak girişi. O kadar ki cari açığın rekor kırdığı bir ayda Merkez Bankası rezervleri 4,4 milyar dolar artış gösterdi. 2008 krizi sonrasında ABD ve AB Merkez Bankaları tarafından değersizleşmesi önlenen “fazla sermaye” bizimki gibi zombi rejimleri ayakta tutan en önemli kaldıraç olmaya devam ediyorlar.
Savaşın, ekonomik rahatsızlıkların ve politik krizin iç içe geçtiği bir dönemde sosyalistlerin kendi krizlerinin insanlığın krizi olmakla eş anlamlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. İtalya ve Kolombiya seçimleri bu gerçeğin ülkemiz ile sınırlı olmadığı gerçeğini de ortaya koydu. Türkiye, sosyalistlerin kendi ülkelerindeki çok boyutlu krize anlamlı bir yanıt üretmeleri ile dünya açısından bir işaret fişeği haline dönüşebilecek bir ölçek ve olanak sunuyor. Bu olanak “sosyalistlerin de bir cumhurbaşkanı adayı” olmalı çerçevesine sığdırılamaz. Faşizme karşı hem anlamlı bir mücadele yürütmek bunu yaparken de faşizmin tabanındaki emekçi kesimlerin desteğini kazanabilecek bir perspektif ortaya koymak, yaşamın dayattığı koşullar karşısında kendi dar grupçu defolarından kurtulabilme becerisini gösterebilmek, en önemlisi de krizi devrime taşıyacak bir bakış açısını kazanabilmek gerçekten de imkânsız değildir.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]