*Sıddık Bilgin Nerede?
M. Sinan MERT
4 Ağustos 2013
Tarihin belli dönemlerinde, genelde diplomatik perdelemelerin arkasında cereyan eden güç mücadeleleri bütün netliğiyle gözlemlenebilir bir biçimde ortaya çıkar. Demir tozlarının altına konan bir mıknatısın yarattığı manyetik alan çizgileri gibi her şey ayan beyan ortaya çıkar. Sır ve mistisizm diye bir şey kalmaz. Suriye savaşı sonrasında dünya, Gezi sonrasında Türkiye böylesi bir aşamaya girdi. Gözlerin önündeki sis perdesi ortadan kalktı, kimin kimle derdi varsa herkes büyük oranda kartlarını açık oynamak zorunda artık. Nehrin akışının çağlayana yaklaştıkça hızlanması gibi politik gelişmeler dalga dalga yaşanıyor.
Bu yazıyı 5 Ağustos öncesinde yaşıyoruz. Dolayısıyla Pazartesi günü Silivri’de yaşanacakların bilgisine sahip değiliz. Fakat 5 Ağustos öncesinde yaşananlar özellikle Gezi direnişinin geleceği açısından oldukça önemliydi. Gezi muhakkak ki bir neslin, 90’lıların yığınsal olarak politik alana aktığı bir özel momenti temsil etmektedir. Fakat bu akışın büyük oranda solun çeşitli kanallarının içinden veya komşuluğundan aktığı zaman zaman unutuluyor. Bu unutma çok vahim sonuçlar yaratmaya gebe, biz de o yüzden sürekli altını çizmeye çalışıyoruz. Gezi’yi yaratan dinamiklerin esas işlerine yoğunlaşmayı bırakıp birbirleri arasındaki geleneksel gerilimlere çekilmesi AKP’nin şu anda en çok istediği gelişme. 5 Ağustos’taki Silivri toplantısına İşçi Partililerin yaptığı çağrı solun belli kesimlerinde bir tartışmaya yol açtı.
Ergenekon Davası darbecilerin yargılandığı bir dava mıdır? Hem evet hem hayır. Evet, Ergenekon davasında AKP öncesi rejim güçlerinin önemli aktörleri yargılanmaktadır, bunların önemli bir kısmı 2000’lerin ilk yıllarında darbe eliyle AKP’yi iktidardan etmeyi düşünmüşlerdir. Fakat AKP bu kesimleri alt etmeyi başararak adım adım iktidarını güçlendirmiştir. AKP’nin bugün inşa ettiği yeni vesayet rejimi Ergenekon Davası aracılığıyla gerçekleştirilen tasfiyenin sonrasında mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla Ergenekon Davası, AKP açısından iktidarını inşa ve meşrulaştırma taktiğidir. Ortada safiyane bir “darbe ile hesaplaşma” idealizmi bulunmamaktadır. 12 Eylül referandumu ile amaçlanan demokratikleşmenin arkasından neler çıktığını da çok açık bir biçimde gördüğümüz şu günlerde bu basit gerçeğin altını çizmek oldukça önemlidir. Çünkü İP’in çağrısına karşı tutum alacağız diye bir kez AKP tarafından çizilen Ergenekon çerçevesinin kutsanmasına ve solun ulusalcılık alerjisinin kaşınmasına dönük girişimler de yoğunlaştırılmaktadır. Örneğin DSİP 5 Ağustos’ta Darbecilere nasıl da karşı olduğunu göstermek adına bir eylem kararı almış, eylemin çağırıcıları arasında BDP de gözüküyor. BDP bu çağrıdan haberi olmadığını söylese de ilan internetten yayınlanmaya devam ediyor(Son gelen haberler BDP’nin imzasını çekeceği yönünde) Mısır darbesine karşı olunduğunun ispatlanma telaşı AKP hegemonyasının gücünün işareti olarak okunabiliyorsa aynısını Ergenekon lanetleme ayinleri için de söyleyebiliriz. Sosyalistlerin bugün darbe ile ilgili kimseye ispatlayacak bir karanlık noktaları bulunmamaktadır. (Mesela bugünün ultra liberali, sosyalistleri darbe peşinde koşan vandallar olarak göstermeye çalışan Atilla Yayla’nın 12 Eylül yazılarına bakılırsa arsızlıkları ile herkesi çatlatanların fıtratları daha da iyi anlaşılacaktır. BKZ. 4 Ağustos Radikal2’de Umut Özkırımlı’nın yazısı) Bugün ulusalcılarla arayı açma telaşı bizim öncelikli derdimiz olamaz. Bu ulusalcılıkla ilgili değerlendirmelerimizi revize etmemizi gerektirmez. Fakat AKP’nin Gezi bileşenlerini birbirinden uzaklaştırma çabalarına her ne sebeple olursa olsun gelmek büyük bir politik cehalet örneği olacaktır. Aklı başında hiçbir sosyalist 5 Ağustos’ta Silivri’de Veli Küçük’ün avukatlığına soyunamaz. Fakat isteyen istediği protestoyu yapar, hele de böylesi bir açık politik tasfiye amacı güdülen dava süreci sonrasında bu çok daha elzemdir. Unutmayalım AKP tezgâhlarında pişirilmeye çalışılan bir diğer herze de Gezi’nin darbeyi tetiklemek için planlanan bir nümayiş olduğudur. (Darbe yapması düşünülen Ordu’nun kuvvet komutanları kademesi Erdoğan’ın arzusuna göre hallaç pamuğu gibi atıldı bu arada.) Eski Adalet Bakanı da Gezicilerin darbeye teşebbüsten müebbetlik olduğunu söyledi. Sosyalistler kendi kazdıkları kuyuya da düşmemelidir.
Rojava’da yaşanan katliama bakarak da kartların ne kadar açık oynandığını gözlemleyebiliriz. Türkiye Suriye’de işlerin istediği gibi gitmediğini görünce Kürtlerin kazanımlarına tahammülsüzlüğünü daha da arttırdı. Esad’dan darbe üstüne darbe yiyen çeteler de Rojava’ya ganimet bulma amacıyla saldırıyorlar. PYD’nin güçlenmesinden rahatsız Barzani sınır kapılarını hala kapalı tutuyor. Türkiye’nin Salih Müslim’le görüşmesi ise sadece katliam öncesi hedef şaşırtma amacı güdüyor. Sonuç olarak şimdilik en az 70 Kürt köylüsü Nusra çeteleri tarafından katledilmiş durumda. AKP tüm Suriye’yi kan gölüne çeviren son 3 yıllık savaşın birinci derecede sorumlusu. Davutoğlu’nun hesabını vermesi gereken 100 bin ölü var ortada. Savaş sırasında en sakin bölge olan Rojava ise yine Türkiye eliyle akan gölüne çevrilmeye çalışılıyor. Amaç PYD’nin inisiyatifini kırıp bölgede Barzani’ye yakın güçleri ön plana çıkarabilmek. Tabii devletin bu gayretleri müzakere sürecini daha da zora sokuyor. 15 Ekim tarihinin önemi daha da artıyor. Hükümetin müzakere sürecinin önünü açabilecek bir demokratikleşme paketi hazırlığı içerisinde olduğuna dair hiçbir işaret yok. Eylül’le birlikte yeniden hızlanacak sokak aslında müzakerenin kaderini de büyük oranda belirleyecek. Sokaklara tam anlamıyla hâkim olduğuna inanan bir AKP müzakere sürecinde de ipe un sermeye devam eder.
Bir yandan seçimler de yaklaşmakta. Gezi hareketinin seçimlere aday çıkarmasının Gezi’yi klasik bir kalıba dökmeye çalışarak bozma riski içerdiğini vurgulayan kimi yaklaşımlar var. Fakat bence tam tersine seçimlerde çok karşıt tutumlar gelişirse bunca politikleşmiş bir ortamda Gezi ruhu esas o zaman akamete uğrar. Büyük şehirlerde bağımsız adaylar seçeneği üzerinde de durulabilir. Mahalle mahalle örgütlenmiş halk meclisleri, dayanışmalar eliyle şehri yönetmeye aday olan bir profil mücadeleyi ileriye taşıyabilir. Bu seçeneği zorlamamak geniş kitleleri CHP’ye mahkum etmek anlamına gelecektir.
AKP’nin kadrolarını saran Eylül-Ekim korkusu hiç kuşku yok ki sahici temellere dayanmaktadır. Toplumda çok net bir biçimde AKP’ye direnme eğilimi var. Bugün yapılması gereken Leninci bir tarzda fraksiyonel ayrımların altını çizmek, kalınlaştırmaktansa –ki bu zaten en rahat yapabildiğimiz, rutin faaliyetimizin bir parçası olan tutumdur, fakat ister istemez temas yüzeyini daraltmaktadır- Gramscici bir mantıkla sokak muhalefetini oluşturan blokların ortak manevra yeteneğini geliştirmektir. Blokları bir arada tutma çabalarının yanında olmaktır. Bunu başarabilmek sanıldığından da zordur. Merkezkaç kuvvetleri çok yoğundur. AKP’nin de fazlasıyla güvendiği budur. Önümüzdeki iki büyük engel AKP ile ilgili kafa karışıklıkları ile Kürt düşmanlığıdır. Bazıları hala AKP’nin alternatifinin Kemalizm ve milliyetçilik olduğunu düşünüyor. Oysa milliyetçilik de en az İslamcılık kadar son kullanma tarihi geçmiş bir ideoloji konumundadır. Türkiye’nin tarihine biraz aklı başında olarak bakan herkes milliyetçilik ve İslamcılık gibi mono kültür yaratmaya dayanan ideolojilerin ancak kriz yaratabildiğini görür. Bugün şu konjonktürde “Kemalizmin dehşetinden” ya da “Kürtlerin emperyalizm işbirlikçiliğinden” bahseden her kimse Erdoğan için Yiğit Bulut’tan bile evladır.
Şu ana kadar bileşenler arasında hala çok belirgin bir karşı karşıya geliş olmaması da umut vericidir. Bunu söylemek hareketin içinde bir iktidar mücadelesi bulunduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Fakat bu mücadelenin biçimleri şimdilik birbirini anlamaya çalışan bir tartışma zemininde tutulmalıdır. Halktaki direnme eğilimi devam ettikçe bir arada tutan kuvvetlerin etkisi merkezkaç kuvvetlerin etkisini aşabilir.
AKP’nin korkuları ile halkın umutları arasındaki 2. raunt başlamak üzere!