AKP 10 ilde ve 22 fabrikada başlatılan Birleşik Metal’in grevini ertelemeye nasıl cüret edebiliyor? Daha doğrusu hükümet, son birkaç yıldır işçi sınıfının harekete geçtiği tüm grevleri nasıl oluyor da bu kadar pervasızca engelleyebiliyor? Bu durum aslında birçok açıdan AKP’nin temsil ettiği iktidar bloğu ile genel olarak işçi sınıfımız arasındaki güç dengesi ile ilgili çok şey söylüyor.
Toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesi neye bağlıdır, neden etkilenir?
Buradaki birinci parametre hiç kuşkusuz ki sınıfların örgütlülük seviyesidir. Sınıf, sınıf mücadelesi içinde oluşan bir siyasal olgudur. Bir kişinin kendisini işçi olarak algılaması ancak sınıf kolektifinin bir parçası olarak harekete geçmeye ikna olduğunda mümkün olur. İşçi emeğinden başka satacak bir şeyi olmadığında işçi olur, ancak bu durum işçi sınıfının bir parçası olmasını gerektirmez. Aslında çoğu işçi günümüz koşullarında burjuvazinin hegemonyasının etki alanı içindedir ve bu anlamıyla kendi sınıfına düşmanca bir tutum içindedir. Üzerindeki hegemonya etkisinin kırılması ve sınıf hareketiyle birlikte harekete geçmesi sonrasında gerçek anlamda sınıfın üyesi olma kimliğini kazanır. Fakat bu seviye bile siyaseten “sınıfa karşı sınıf” noktasına gelmesini sağlamaz. Geçtiğimiz günlerde direnişteki Ülker işçilerine yapılan bir ziyarette bir işçinin “işçilerin iktidar olması lazım” mealindeki bir öneriye “biz zaten iktidardayız” demesi bu açıdan öğreticidir. İşçi sınıfı siyasetinin dolayımı olmaksızın, işçi sınıfı sermayeye karşı yapısal bir mücadeleye girişme bilinç ve şevkini kazanamaz. Burjuvazinin hegemonyasının karşısında bir karşı hegemonya inşa edilemeden “işçi sınıfı” siyasi bir kavram haline dönüşemez.
Peki bu ülkede işçi sınıfının karşı karşıya olduğu korkunç sömürü neden bir karşı hegemonya inşasına dönüşemiyor?
Bunun tek cevabı var: Biz dönüştüremiyoruz da ondan .
Avrupa’da 2008 krizi sonrasında dört büyük meydan hareketi gelişti. Ukrayna’daki Euramaidan isyanını dışarıda bırakalım. Çünkü burada sokak hareketine sol öncülük edemedi ve eylemler gerici sonuçlar ortaya çıkardı. Diğer üçünde ise Sintagma, Puerta del Sol ve Gezi’de ülkeleri ciddi anlamda sarsan direnişler genel olarak sol tarafından yönsendi. Bu ülkelerden Sintagma’nın Yunanistan’ında malum SYRIZA iktidara geldi. Puerta del Sol’un İspanya’sında PODEMOS son hafta sonu eyleminin de gösterdiği gibi emin adımlarla iktidara yürüyor. Gezi’nin Türkiye’sinde ise doğrudan Gezi’nin sonucu olarak okunabilecek forumlar giderek buharlaştı. BHH Gezi’nin soluk bir imitasyonu olma peşinde. HDP ise aslında, yoğun olarak Gezi’ye görece dışsal olarak okunabilecek Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı etki üzerinden bir alternatif seçenek olarak kendisini yeniden üretiyor.
Peki Gezi şu konjonktürde neden buharlaştı?
Cevap çok açık, Gezi bir ruhtu ve bu ruh kendisini bedene büründürecek bir karşı hegemonyaya denk gelmedi.
Bir soru daha: Böylesi bir karşı hegemonya ülkenin sol yekunu tarafından, biz dahil, neden üretilemedi? Günlerce AKM’ye asılı pankartların önünde direnen gençler neden o pankartların arkasına dizilmedi?
Çünkü Gezi Direnişi’nin belki de en önemli direnç noktaları olan devrimciler, sosyalistler hareket içinde muazzam bir saygınlık yakalamalarına rağmen bu saygınlığı bir karşı hegemonya mücadelesine dönüştüremediler çünkü kendi “sağ”larından ve “sol”larından bir türlü kurtulup da Gezi kitlesiyle iç içe geçecek, hemhal olacak, onlardan öğrenerek ve onlara öğreterek kendisini aşacak bir taktik esneklik üretemediler.
Kendi “sağ”ından kurtulamama hali hala devam ediyor. Gezi’den bu yana iki seçimdir tamamen saçmalayan bir CHP hala solun bir kesiminin gündeminde olabiliyor. SYRIZA PASOK’u çözebildiği için başarılı oldu. Bugün CHP’li seçmen bile CHP’den kopuşma noktasında iken ÖDP, EMEP gibi belli bir ağırlığı olan sosyalist yapılar hala “ille de CHP” diyebiliyor. Halbuki HDP ile ilk seçimde baraj aşılsa zaten AKP’nin Başkanlık projesi rafa kalkacak, ve hayat muhtemelen giderek HDP ekseninde gelişen radikal sol lehine akacak.
Solun “sağ”ından kopuşamaması kadar ciddi bir zaaf da “sol”undan kopuşamamasından kaynaklanıyor. Bu sol, militanlık ve devrimcilik anlamında değil ama bir tür ağır dogmatizm şeklinde tezahür ediyor. Kendi kafasındaki kalıpları gerçek hayat sanan bir tür dogmatizm bu. Son bir haftadır örneğin SYRIZA’nın aslında bir “burjuvazi oyunu” olduğuna toplumu ikna etmeye çalışan solcular var bu ülkede. Ya da bir karşıt hegemonya inşası görevinden imtina etmek için “parlamentarizm, sokak, devrim” gibi tüm kavramlarımızı seferber eden bir kafası karışık insanlar topluluğundan da bahsedilebilir. Bu arkadaşların bir kısmı sürekli sınıftan bahseder ama bunca yıllık varlığının işçi grevlerinin bu kadar pervasızca ertelenebilmesinin önünde neden engel olamadığı ile ilgili söyleyecek tek bir sözü yoktur. Daha da korkuncu aslında sınıfla bir kavram olması dışında ilgili de değildir.
Devrimci hareketi büyütmek istiyorsak hem “sağ”ımızdan hem “sol”umuzdan kopuşmak zorundayız. Ancak bu kopuşma sonrasında hem Gezi ruhunu hem de işçi sınıfının kolektif mücadelesini örgütleyebilecek bir karşı hegemonya inşa edebiliriz. Ancak böylesi bir kopuşmanın sağladığı özgürlük gerçekle bağ kurabilmemize olanak verebilir. Böylesi bir rönesansı yaratamazsak daha çok işçi grevi ertelenir, AKP iktidarı daha da derinleşir, toplum daha da İslamileşir, kadınlar daha da eve kapanır.
Çünkü artık yaşadığımız bu cehennemin tek gerçek alternatifi Gezi’yi, SYRIZA’yı, Kobane’yi birlikte olmayı başarabilen bir mücadele çizgisidir.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]