Kapitalizmin sermaye birikim dinamiklerinin; kontrolden çıkmış finansallaşma ve aşırı gelir dağılımı bozulması sonucunda içine girdiği krizden çıkamaması, neden sosyalist hareketleri güçlendirmek yerine sağ popülizmden faşizme geniş bir yelpazede sağ akımları büyütüyor? Bunun en önemli sebebi sosyalizmin kendi ideolojik krizi ile yeterince kolektif ve kapsamlı bir hesaplaşmaya girememiş olmasıdır. Bu durum, güncel bir sosyalist projenin olgunlaşmasını ve kapitalizme duyulan öfkenin sosyalist hareketlerin saflarını sıklaştırmasını engelliyor.
1917 Rus Devrimi sürecinde Temmuz günleri, Bolşeviklerin aslında kitle hareketinin basıncıyla sürüklendikleri bir erken kalkışmaydı ve başarısız olmuştu. Sovyet Hükümeti talep eden denizciler, askerler, işçiler Sovyet toplantılarının yapıldığı Tauride Sarayı’nı bastıklarında Kadetlerle koalisyon halindeki Sovyet bakanlarından en “radikal”i olarak görülen, Sosyalist Devrimcilerin lideri Chernov dışarı çıkarak öfkeli kalabalığa hitap eder ve onları kısmen sakinleştirmeyi de başarır. Tam bu sırada kalabalığın içinden biri Chernov’a bir süredir Tarım Bakanı olmasına rağmen toprakların neden hala kamulaştırılmamış olduğunu sorar, bu soruyla yeniden dalgalanan kalabalık Bakanı, derdest ederek gözaltına alır. Chernov’u işçilerin elinden içine tıkıldığı arabanın kaportasına çıkan Troçki zorlukla kurtarır.
Hedefin net olmasının ne kadar önemli olduğunu gösteren bir tarihsel örnek. Peki bugün sosyalizmin ne olduğu konusunda sosyalistlerin kafasında bir netlik oluşmuş durumda mı? Geçtiğimiz hafta içinde üç önemli sosyalistin söyleyip yazdıkları böylesi bir netliğin olmadığını bir kez daha açıkça ortaya koydu.
Birinci metin, Gazete Duvar’da İrfan Aktan’ın Ertuğrul Kürkçü ile yaptığı röportaj. Kürkçü’nün ne kadar önemli bir birikimi temsil ettiği ortada ancak röportaja seçilen başlık çok rahatsız edici: “Sovyetler Birliği yıkılmasa Marx yanılmış olurdu”. Kürkçü, bu cümleyi konuşmasında tam olarak kurmuyor ama “iradeciliğe rağmen tarihin işleyişinin demirden yasaları”ndan bahsediyor. Marx’ın Alman İdeolojisi’ne atıf yapıp “yerel kalan bir komünizmin ortadan kalkacağını” söyleyerek 1989’un aslında Marx’ın doğrulanması olduğuna sözü getiriyor. Daha öncesinde de Marx’ın Rusya’da bir devrim beklememiş olmasını (??) “Kapitalizmin hiç değilse bir dereceye kadar gelişmediği bir yerde bir proleter devriminden söz etmek Marx için elbette söz konusu olamazdı.” diye makul karşıladığını gösteren bir ifade kullanıyor.
Bu fikirsel çerçeve birçok maddi yanlışın üzerine oturuyor. Kapital’in Rusça çevrisinin en çok satan kitap haline gelmesi sonrasında Marx’ın Rusça öğrenmeye merak saracak kadar Rusya üzerine eğildiğini biliyoruz. Vera Zasulich ile mektuplaşmalarından da anlayabileceğimiz gibi Rusya’da Batı Avrupa’da yaşanan sosyal gelişmelerin aynen yaşanmasını beklemiyor. “Görülüyor ki bu sürecin ‘tarihsel kaçınılmazlığı’ açıkça Batı Avrupa ülkeleriyle sınırlandırılmıştır”. Yine 27 Eylül 1877’de Adolp Sorge’ye yazdığı bir mektupta “Devrim bu kez, karşı devrimin şimdiye dek aşılamamış siperi ve yedek ordusu olan Doğu’da başlıyor.” diyebiliyor. “Devrim için kapitalist gelişmenin yetersizliği” tezi aslında liberal sosyalistlerin ve Menşeviklerin teziydi ve Lenin’in 1917 Nisan’ı ile Ekim’i arasındaki en önemli başarısı ise bunun bir saçmalık olduğuna önce partisini sonra da işçileri, askerleri ve yoksul köylüleri ikna etmesi oldu.
“Alman İdeolojisi” önemli bir eserdir hiç kuşku yok, ancak bir “el yazmasıdır” ve Marx ve Engels’in yayınlamayı düşünmedikleri için “farelerin kemirici eleştirisine seve seve terk ettikleri bir eserdir”. Tam olarak basılması ilk olarak 1932’de gerçekleşmiştir. Kürkçü’nün şu cümlesi de her açıdan tartışmaya açık: “Lenin açısından mesele, devrimi bütün dünyaya taşımaktı, daha doğrusu bu devrimin yaşar kalmasının ve tamamlanmasının maddi koşuluydu”. Devrimin hemen ardından Almanya ile barış anlaşması yapılması konusunda en istekli olanın Lenin olduğunu hatta sol Sosyalist Devrimcilerle koalisyonun bu konudaki anlaşmazlık dolayısıyla çözüldüğünü de biliyoruz.
Sonuç olarak, Kürkçü’nün ortaya koyduğu çerçeve Troçkizm ile Menşevizm’in kimi tezlerinin bir karışımı ki aslında 1989 sonrasının ilk çöküş muhasebelerinde de bu çerçeve ortaya çıkmıştı. Bu çerçeveye göre devrimin yenilmesi kaçınılmazdı ve yenildi. Asla böyle düşünmemek durumundayız. Gramsci’nin “Kapitale Karşı Devrim” metninde vurguladığı gibi devrim Kapital’in 2. Enternasyonalci ekonomist yorumuna karşı gerçek bir, belki de tarihin görebileceği en saf proleter devrimiydi. Devrim, tarihsel zorunluluklardan dolayı değil kendi yanlışlarından dolayı yenildi. “Tek ülkede sosyalizm” bu yanlışlardan birisi değildi. Devrimin yayılmaması, sorumluluğunu Sovyetler Birliği’nin üstlenmesi gereken bir eksiklik değildi. Devrim, “Sosyalizmi kurmak” için köylülüğün yoğun sömürüsün yarattığı toplumsal gerilimleri yönetecek mahareti gösteremediği, toplumun çok geniş kesimlerini hegemonyasına kazanamadığı, toplumsal denetim mekanizmaları oluşturamadığı, sosyalist demokrasi inşasını başaramadığı, dolayısıyla da komünist partisinin içten çürümesini engelleyemediği için yenildi. “Tarihin tunç yasaları” benzeri ifadeler Marksizm’in için boşatılmasının en önemli sebebidir. Devrim de devrimin yenilmesi de bir kaçınılmazlık değildi.
İkinci metin ise Korkut Boratav’ın “Şi Jinping’in ‘Çin rüyası’ ve sosyalizm” yazısı. Boratav bir devrimci değil ama ekonomi üzerine de kafa yoran önemli bir Marksist. Çin Devrimi’ni de yakından tanıyan bir akademisyen aynı zamanda. Yazıdaki garip yan, Boratav’ın ÇKP’yi hala “sosyalizmi kurma” niyetindeki bir aktör olarak değerlendirmesi. “Şi Jinping sosyalizmin değerlerini benimsemiş Marksizm’i özümsemiş, yerli ve enternasyonal burjuvazinin telkinlerine karşı ideolojik mücadele sürdüren bir ÇKP istiyor. Bu Parti, yolsuzluk eğilimlerine karşı da ödünsüz direnecektir. Temel soru şudur: Bu olumlu koşullara rağmen (vurgu bana ait), ülke içi kapitalizm açıkça tasfiye edilmeden sosyalizm gerçekleşebilir mi? … Belki de Şi, 21. Yüzyılın ortalarında ÇKP liderliğinde üretim güçlerinin gelişme düzeyinin temposunu kapitalizmin sürdürülmesini imkansız kılacağını öngörmektedir ve (Lenin ve Mao’nun öğretilerine sırt çevirerek) sosyalizmin de sırası geldiği için ve ilave bir sınıfsal müdahale gerektirmeden kendiliğinden gerçekleşeceğini düşünmektedir”. Şu sorunun cevabı konusunda henüz netleşmemiş olmamız nasıl açıklanabilir?: Çok yoğun bir işçi sömürüsüne yaslanarak gelişen Çin kapitalizminin direksiyonundaki ÇKP hala bir “sosyalist ufku” temsil ediyor mu?
Şi (Xi) iktidara gelirken parti içinde belki de sol kanat olarak görülebilecek Chongqing Valisi ve Politbüro üyesi Bo Şilai’yi tasfiye etti. “Parti içerisinde neoliberal kanat kesin bir zafer kazanmıştı. Ancak Çin siyasetinde gelecekte yaşanacak gelişmeler Bo Şilai’yi partiden atarak Komünist Parti liderliğinin Çin’in hızla artan iktisadi ve toplumsal çelişkilerini görece barışçıl bir yolla çözmek için kullanabileceği en iyi ve son fırsatı teptiğini gösterebilir.” ( Minqi Li, “Çin ve 21. Yüzyıl Krizi”, Yazılama Yayınları) ÇKP, dünyada en yüksek sayıda dolar milyarderi üreten bir kapitalizmin kumandasındadır. “Dünyadaki yeni dolar milyarderlerinin dörtte üçü Çin ve Hindistan’dan. İki ülke, milyarderlerine sırasıyla 67 ve 16 yenisini ekledi.” Dünyada en çok dolar milyarderi ABD’de (563), onu Çin (318) ve Almanya (117) takip ediyor. İşçilerin kendi sendikalarını kurma hakkı yok, “Hukou” sistemi dolayısıyla kırsal işçiler kentlerde çalışırken “kayıt dışı” ve ucuza çalışmak zorunda. Bizlerin Çin ekonomisinin, Güney Kore ve Singapur’dan bir farkı olmadığını görmemiz için daha ne olması gerekiyor? ÇKP, Deng önderliğinde “devlet eliyle kapitalist” yetiştirme politikasının kitabını yazdı. Boratav da ne kadar olsa “Kemalist devletçilik” ile “sosyalizm” rabıtası üzerinde düşünmeye alışık olduğu için kitlelerin inisiyatifinin tamamen ezildiği bir ülkede hala sosyalizmin izlerini arıyor.
Üçüncü yazı ise Birgün yazarı Fatih Yaşlı’dan. Yaşlı üretken bir isim, konjonktür üzerine önemli tespitler yapabiliyor. Özellikle sol Kemalistlere seslenebilmesi kıymetli. Bu haftaki yazısında Cumhuriyet’in sol ile buluşması gerektiğini anlatan temel mesajı açısından tümüyle katıldığım bir yazısı yayınlandı. Yazıda ilgimi çeken önemli nokta Yaşlı’nın “sol” tanımlaması oldu: “Cumhuriyetçilik mi? Bugün ancak solda durarak, solu yeniden siyaset sahnesine çıkartma iradesiyle sol değerleri toplumla buluşturarak, sol siyaseti toplumsallaştırarak ve kitleselleştirerek mümkündür. Laiklik, aydınlanma, bilim, akıl, yurttaşlık (vurgu bana ait) …” Yaşlı sol değerleri sayarken mülkiyet meselesine dair hiçbir vurgu yapmıyor. Yaşlı’nın solu 1789 Fransız Devrimi’nin Jakoben solu. Temel olarak bir karşıtlık içerisinde olmamız gerekmiyor ancak neoliberalizmin defolarının ayyuka çıktığı bir dönemde sınıfsal çelişkiyi esas almayan bir solun, kendisini bağımsız bir aktör olarak kurabilmesi imkan dâhilinde midir? Sosyalistlerin ülkenin yakın geleceğinde rol oynayabilmesi tam da sınıfsal çelişki alanında kendisini bir politik aktör olarak kurabilmesine bağlı değil mi? Türkiye özelinde AKP’nin işçi sınıfı üzerine inşa ettiği hegemonyayı kıramayan bir sosyalist hareketin anlamlı bir karşılık yaratabilmesi mümkün mü? “Jakoben sol” programın CHP’nin uzantısı olmak dışında bir olanak yaratabilmesi olanaklı mı?
Sosyalizm hakkında ne düşündüğümüzü netleştirmemiz, keskinleştirmemiz kendi aramızda daha açık ve net tartışabilmemizle mümkün olabilir ancak. Netleşmemiş, güncellenmemiş bir sosyalist programın bir toplumsal karşılık üretebilmesi imkansız. Faşizmin gelişimi bizleri ister istemez güncel gelişmelerin analizine kilitliyor. Ancak ufkumuzu netleştiremeden güncele çekilmek de temel konularda zihinsel tembelliği gelenek haline getiriyor.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]