Emma Goldman’ın “seçimler bir şeyleri değiştirebilecek olsaydı yasaklarlardı” sözü bugünler için söylenmiş olsa gerek. Türkiyeli sosyalistlerin önemli bir çoğunluğu bundan 20 yıl önce “seçimler düzenin” bir oyunudur noktasındayken bugün seçim politikasına kendilerini giderek daha fazla kaptırmış görünüyorlar. Her hal ve karda seçimlerin boykot edilmesi taktiğine yapışmak ne kadar anlamsız bir politik tutumsa sosyalistlerin bu kadar ihtiyatsız bir biçimde seçim siyasetinin aracısı ve alıcısı haline gelmeleri de o oranda sorunlu bir tablo oluşturmuyor mu? Türkiye toplumu zaten seçimler dışında politizasyon seviyesi son derece sınırlı bir toplum, toplumun çok geniş bir kesimi seçimleri neredeyse yegâne siyasi katılım biçimi olarak görüyor. Ezilenlerin düzeni sarsıcı siyasi katılım biçimleri üzerine yoğun bir mesai harcaması gereken sosyalistlerin seçim siyasetine gereğinden fazla kanalize olması geniş yığınlarda zaten son derece seyrelmiş düzen dışılaşma eğilimlerini daha da zayıflatıyor. Oysa siyasi krizin iktidarın seçim “başarıları”na rağmen derinleşerek devamı, giderek belirginleşen ekonomik sarsıntı ve restorasyoncu muhalefetin saç baş yoldurtan hataları devrimcilere kulak kabartma eğilimini arttırmakta. Faşizmin seçimleri büyük bir adaletsizlik matrisi içine hapsedip tamamen karşıtlarını bozma aracı haline dönüştürmesi geniş kitlelerde seçim siyasetine mesafe koyma eğilimi yaratırken sosyalistlerin “şimdi yerel seçimler için kolları sıvama vakti” yorumları şaşkınlık yaratıyor. Dünyanın neredeyse tüm otoriter rejimleri, seçimleri muhalefeti demoralize etmek, dağıtmak, özgüvenini ezmek için kullanıyor. Türkiye’de de 24 Haziran seçimlerinin böylesi bir amaca dönük kullanıldığı görülüyor. Muazzam adaletsiz seçim süreci koşulları muhalefet tarafından anlaşılması güç sebeplerle yeterince mesele haline getirilmediği için AKP açısından da ciddi bir başarısızlığa yorulması gereken sonuçlar CHP’nin ontolojik yanlışlarının ve süreci idare etmedeki olağanüstü beceriksizliğinin de etkisiyle muhalefetin genel olarak kendisini kamçıladığı bir konağa evrildi.
Sosyalist siyaset, seçim siyasetinin içine çekildikçe kendi özgün iddia ve boyutlarını kaybediyor. En önemlisi de düzeni değiştirme ile ilgili iddialarını neredeyse seçimlerle ilgili beklentiler içerisinde boğuyor. Türkiye Devrimci Hareketi seçim siyasetinin her zaman bir parçası oldu, Ecevit’in 1978 seçimlerinde “goşistlerin oyuncağı olmama” telaşı 12 Eylül’ün kapısını ardına kadar açtı. Sol Kemalizm’i bir tür müttefik olarak gören çizgiler açıkça ifade etmeseler de her zaman CHP ile sıcak temas içinde oldular. Ancak 1960’ların ilk yarısındaki TİP’li seçimlerden beri ilk kez bu dönemde devrimci hareketler ideolojik ihtiyat ve alternatif taktikleri büyük oranda bir kenara bırakarak seçim siyasetlerine kanalize oldular. Faşizmin seçimler aracılığıyla meşruiyet kazanmaya çalıştığı bir dönemde devrimcilerin seçimleri önemsemesi, harcıalem yaklaşımlarla kitlelerin güvenini kaybetmesi nasıl düşünülemezse “kendisine ait bir oda” yaratmadan, kendi aklını büyük oranda bir kenara bırakarak seçim siyasetinin bir parçası olması da o kadar yıkıcı sonuçlar yaratmaya adaydır. Genç devrimci dimağların seçim gelgitleri içinde nasıl erozyona uğradığının tespitini henüz yapamıyoruz ancak seçimlerin bir araç değil de bir amaç olarak görüldüğü durumlarda devrimin en önemli panzehiri olduğunu unutmamalıyız. Hiçbir seçim zaferi, sömürücü ve sömürgeci sınıfların eşitliksizlik üreten iktidarını ya da iktidar hırsıyla gözü dönmüş bir diktatörlüğünü meşrulaştıramaz. Devrimcilerin nezdinde sömürü ve eşitsizlik salgılayan tüm iktidarlar şu veya bu biçimde yıkılmayı hak etmektedirler.
24 Haziran seçimlerinden bir diğer yanlış çıkarım da kimlik siyasetinin toplumu birbirinden geçişkenliğini tamamen kaybetmiş zarlarla ayrılmış kompartımanlara bölmeye dayalı düşünüş tarzının hegemonyasını pekiştirmesidir. Bu muazzam bir yanılgıdır. Restorasyoncu muhalefetin tamamen kendi hatalarından kaynaklanan bir yenilgisini toplumun içine hapsolduğu bir ontolojik kapanla izah etmeye çalışmak yersizdir. Toplumun birincisine mutlak bir çoğunluk atfedilerek sağ sol olarak bölündüğüne dair tefsiratlar ilk bakışta çok açıklayıcı gözükse de bunlar kendi kendilerini doğrulayan kehanetler olarak değerlendirilmelidir. Bu kalıpları üreten burjuva siyasetinin değişmeyen paradigmatik ezberleridir, benzer siyasi yaklaşımlar sürekli benzer sonuçlar üretmektedir. Şu veya bu biçimde ama sürekli olarak “Cumhuriyetin kuruluştaki fabrika ayarlarına dönüşünü” vadeden bir muhalefetin aşağı yukarı aynı oy oranlarında dolaşması neden şaşırtıcı oluyor? Toplum yıllardır kendisine uzatılan aynı reçeteye aşağı yukarı aynı karşılığı veriyor. 12 Eylül’den bu yana süreklileşmiş ve AKP dönemiyle zirveye çıkan toplumu her açıdan sağcılaştırma kampanyasının mesafe kat ettiği açıktır ancak bu kalıpların mutlak olduğunu düşünmek, gerçek bir sınıf siyaseti çizgisinin ezilenlerin en geniş ittifakını örebilme yeteneğinde olamayacağına akıl yatırmak solculuğa ve Aydınlanma düşüncesine vurulacak son elveda tekmesi olacaktır. Düzenin dayattığı düşünme biçiminin kimi sosyalist yazarlarca da benimseniyor olduğu izlenimi uyandıran değerlendirmeler okumak üzüntü verici oluyor. 24 Haziran bir kez daha ve mutlak biçimde faşizmin kilidini açabilecek tek gücün gerçek bir sınıf siyaseti olduğunun, fabrikalarda, varoşlarda, köylerde güçlenmeyen devrimcilerin seçimlerde kendilerine ait bir odasının olamayacağının, kimlik siyaseti içinde boğulmanın devrimci siyaset açısından iddialardan vazgeçmek anlamına geleceğinin de bir ispatı olarak okunmalı.
Sosyalistler “faşizmi ancak biz durdurabiliriz” iddiasının hamaset değil günümüzün en açık gerçeği olduğu konusunda kendilerini ikna edebilirlerse ülkenin sarsılan dengelerini yerine oturtma konusunda önemli bir adım atmış olacaklar.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]