“İnsana Ait Hiçbir Şey Bize Uzak Kalmamalı”
Sadece Cumhuriyet gazetesi okuyan, köyde yetişmiş, kentte esnaf olmuş, 1970’lerin sol rüzgârının etkisiyle kızlarını okutan bir babanın açtığı yolla Boğaziçi Üniversite’ne girmiştim. Ardahan’dan yine aynı okulu kazanan 7-8 çocuklu ailenin tek erkek evladı (ailedeki herkesin gözbebeği) Ekrem de vardı. Bir de Kınık’tan yine yoksul bir ailenin oğlu Önder. Öğrenci hareketi içinde yoldaştık. Tabii ki okulumuzda aydın ailelerden gelen, maddi manevi düşünsel zenginliklerle beslenebilen, bunun için zamanları olan, çeşitli olanaklara sahip diğer öğrencilere de değiyorduk. Sınıfsal sosyal yapımız ne kadar elveriyorsa biz de geri kalmamaya çalışıyorduk; örneğin Oğuz Atay okumalarından, caz dinlemelerinden…
İlk önce Marmara Üniversitesi’ni kazanarak İstanbul’a gelen ve okulda merdiven altlarında durarak kızların bacaklarını kesen Ekrem, bir iki sene içinde Boğaziçi felsefe okumayı seçerek herhalde varoluş koşullarına isyanı başlatmıştı. Yuvarlak camlı gözlüğü ve fuları ile de tabii biraz eğreti duruyordu. Örgütlü mücadele içinde bu eğretilik solcu biçimlenişine de yansıdı bir parça. Farklı koşulların, farklı olanakların içinde olabilse zekâsı ve yetenekleriyle bir dehaya dönüşebilecek olan Ekrem’i hayat affetmedi… Önder ise ne iyi bir devrimci oldu ne de bir yazar; sanıyorum kırkından sonra Kınık’a, daha sade bir hayata geri döndü.
Şimdilerde hem kendimde hem de çevremde sanatı anlama, sanatla uğraşma çabalarımızın aslında ne kadar sığ, ne kadar kopyacı olduğunu hissediyorum. Yanlış anlaşılmasın, durumumuzu küçümseme değil bu ama sanatla ilgilenme çabası içindeki gerçekliğimiz böyleydi. Emeğimiz, zamanımız, paramız, beslendiğimiz kaynaklar, feyz aldığımız kimseler vardı da biz mi eksiktik, o ayrı konu. Sonuçta herkesin -tıpkı sanatçılar gibi- hayatı anlamlı kılacak bir eyleme sahip olacağı, bu yolda çalışacağı ve üreteceği bir dünyanın kurulması kavgası içindeydik.
Biraz daha zaman yaratma ve yoğunlaşma olanağı bulduğumda, belli yazarları, belli yönetmenleri tanımak, onların -tamamıyla olmasa da- sırlarına ermek çok heyecanlı ve güzel geldi. Sanatsal serüvenine çok yoğun emek harcayan Nuri Bilge Ceylan sinemasını keşfetmek de kolay değil aslında. Dönüp dönüp yeniden bakmak, üzerine düşünmek, konuşmak, yazmak gerekiyor. Yarattıklarını bir ucundan yakalayabildiysek ne ala. Çünkü derya deniz kadar anlam ve görüntü zenginliğini sunuyor bizlere. O yüzden bu yazının amacı klasik bir film tanıtımından ziyade, bir kere izlediğim “Ahlat Ağacı”nın insanı anlama çabasına dair neler gördüğümü aktarmak.
Yeni yetişen gençleri tanıyabilme ve anlayabilme gayretime denk gelen bir film oldu Ahlat Ağacı. Genç yazar adayının sergilediği karakter, sanırım pek çok özelliklerini sergiliyordu günümüz gençliğinin.
Babayı kavradığımı, davranışlarına anlam verebildiğimi, bende büyük bir sempati duygusu yarattığını söyleyebilirim; yine de kafam karıştı, babasının köpeğini sattı diye oğluna karşı nefrete dönüşen duygularımla hesaplaşma gereğini duydum. Baba da kötü karakterinden, vicdansızlığından değil ama son kertede eşinin, kızının, oğlunun omuzlarına taşıyamayacakları kadar maddi manevi tonlarca yük yüklüyordu. Herhalde baba benim dönemden olduğu için onu anlayabildim, sevdim; oğlu ise daha vakıf olamadığımız günümüz koşulları içinde varoluş çabasıyla debelenmekte.
Nuri Bilge Ceylan bu filmini, memleketinde ‘açık görüşlü, ancak insanlar tarafından değer görmeyen’ bir akrabasıyla karşılaşması üzerine yapmaya karar veriyor. Bu akrabasının oğlu Akın Aksu. Aksu, babasıyla olan ilişkilerine değindiği metin üzerinden senaryoyu geliştiriyor. Senaryo ekibi içinde Akın Aksu da var. Aynı zamanda genç bir yazar olan Aksu’nun kitaplarını okumak gerekli diye düşünüyorum filmdeki oğlu daha iyi kavramak için.
Marx’ın da sevdiği Latin şair Terentius’a ait olan “insana ait olan hiç bir şey bana yabancı değildir” sözlerine denk gelir Nuri Bilge Ceylan’ın sineması. Filmin de dönemin insanını anlayabilme çabamıza hizmet ettiğini düşünüyorum.
Diğer Nuri Bilge Ceylan filmlerinde daha örtülü rastladığımız insanlığın başındaki en büyük sorunlara göndermeler, Ahlat Ağacı’nda güzel ve netti. Termik santralden yükselen duman görüntüleri, kum ocağı şantiyesi sahibiyle olan diyalog, atanamayan öğretmen adayları, kasabanın zengin kuyumcusu ile genç ve güzel Hatice’nin evlenmesi, genç imamın dedesine olan borcu ödememesi, imamın cep telefonuyla ilişkisi ve motosiklet tutkusu, yokluğa dair ailenin yaşadığı sıkıntılar…
Dedik ya, “bizler, herkesin hayatı anlamlı kılacak bir eyleme sahip olacağı, bu yolda çalışacağı ve üreteceği bir dünyanın kurulması kavgası içindeyiz” diye. Biz bu kavganın içindeyken, insana dair algılarımızı zenginleştirecek Nuri Bilge Ceylan filmlerini de kaçırmayalım.