Erdik’e Cevap ve Türban Tartışmaları
M. Sinan MERT
23 Ekim 2010
Referandum sonuçlarının açık ve net olarak ortaya koymuş olduğu fay hatları tıkır tıkır çalışıyor. Kılıçdaroğlu’nun artık alışageldiğimiz savrukluğu ile ortaya atıverdiği “türban sorununu biz çözeriz” açılımının üzerine AKP tarafından atlanması, “sivil polis”çi YÖK Başkanı’nın yerinde duramayarak hemen “özgürlükçü” açılımlara başlayıvermesi memleketimizi yeni acayipliklere bir güzel gark ediverdi. Tutanak tutmaya kalkan üniversite hocaları derslere türbanlı girenlerin fotoğraflarını çekmeye başladı. İlköğretim okullarının surları türbanlı öğrenciler ve velileri tarafından zorlanmaya başlandı. AKP’nin referandum zaferi sonrasında HSYK operasyonunu bir kalemde halledivermesi ya da Kürt sorununda patinajın yeniden öne çıktığı tıkanma bile türban meselesi kadar ciddi bir gerilim ve saflaşma yaratamadı. AKP bırakınız üniversiteleri, ilköğretime bile türbanın mutlaka, er veya geç gireceğine dair bir algı yaratmayı başardı. Üniversitelerde Müslüman Gençlik ile TKP’liler arasındaki gerilim hızla tırmandı. HAYIRcı sol, türban yasağının kalkmasına karşı çıkan bir söylem ve eylem çizgisi geliştirdi. Referandum sonrasında yaşanan Tophane olayından beri yaşanan bu zincirleme gelişmeler solun din meselesini nasıl ele alması, Siyasal İslam’a karşı nasıl mücadele etmesi gerektiğine dair tartışmaları da alevlendirdi.
Bu tartışmaların bir parçası olarak sendika.org yazarı Alper Erdik’in benim bir yazımı da eleştirdiği polemik, söz konusu tartışmaları belli bir çerçevede yürütebilmek için bir zemin teşkil edebilir. Ben, söz konusu yazısı için Alper arkadaşa teşekkür ederim, polemikçiliğin şanından olsa gerek yapılan kimi üslupsuzluklara rağmen. Solun kendi içinde fikir tartışmalarını yürütebilmesi oldukça önemli. Birbirimizi, kendimizi ve yaşadığımız dünyayı daha iyi anlayabilmek için yapılması gereken bir şey bu. Seviyeli ve ölçülü, fikir içeren tartışmalara bir çok açıdan ihtiyacımız var.
Alper Erdik söz konusu yazısında mealen şu tespitleri yapıyor:
Siyasal İslam tehlikeli bir burjuva ideolojisidir. Bununla mücadele edilmelidir.
AKP’nin hem gericiliği hem de neo-liberal yönelimiyle eş zamanlı mücadele edilmelidir.
Laiklik ve Kemalizmi eleştirebiliriz, ama bunları İslami gericilik ile aynı kefeye koyamayız.
İşçi sınıfını örgütlerken onun ilerici veya gerici olması hesaba katılması gereken önemli bir belirleyendir.
Şimdi malum bizler Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın geleneğinden yetişmiş insanlarız. Kıvılcımlı’nın din meselesine yaklaşımı bir takım özgünlükler içermekteydi. Kimi kitaplarının orijinal baskılarının girişine Kuran’dan ayetler koyması rastlantı değildir. Günümüzdeki HAYIRcı solcuların bir kısmı, Kıvılcımlı’nın kim olduğunu bilmeden Eyüp Konuşmasını okusalar “kim bu gerici” deyip 2. Sayfada pes ederler. Kıvılcımlı, taşralı hacıağaların kitleleri kapitalizme eklemlendirirken dini nasıl kullandıklarını çok sert eleştirir fakat İslami düşüncenin içinden, işçi sınıfının örgütünün toplumla bağ kurabileceği bir kanal olup olamayacağına dair de düşünür durur. Şimdi böyle olunca bizim meselelere geleneksel bir ilericilik-gericilik ekseninde bakabilmemiz çok zor. Birçok ulusalcı “gerici”nin dinci “gerici”lerden eksik kalır yanı olmadığını kişisel olarak çok defalar deneyimlemiş biri olarak bu tutuma da tüm kalbimle inanıyorum.
Tekrar Erdik’in tespitlerine dönersek şurası çok açık: Siyasal İslam gerici bir burjuva ideolojisidir. Her ne kadar henüz milliyetçiliğin yerini alamamış olsa da. Sol, Siyasal İslam’a karşı mücadele etmelidir. Sol zaten etki alanını genişletebilmek için dışındaki tüm ideolojilerle didişmek durumundadır. Fakat solun siyasal İslam’la nasıl mücadele edeceği halen tartışmalı bir konudur. Bütün meseleleri Kemalistlerin algıladığı gibi algılayan bir solun, dinin oldukça önemli bir düşünme ve davranma modeli olarak çok etkin olduğu bir toplumda sınıfla sağlıklı bir güven ilişkisi kurması mümkün müdür? Sınıf perspektifi ve sınıf kültürü, toplumun kendine özgü değerlerince etkilenemez mi? Bu özen bize Siyasal İslam ile yürütülen mücadelenin İslam ile mücadele olarak gerçekleşmemesi sorumluluğunu yüklemelidir. Biz sosyalistleri bu toplumun gerçek bir inanç özgürlüğünü deneyimleyebilmesinin güvencesi olarak görüyoruz. Gerçek bir özgürlük ortamında isteyen dinine göre yaşar, isteyen de –benim gibi- dini hesaba katmadan kendi etik değerleri çerçevesinde var olmayı benimser. Sosyalistler bu ortamı bozacak tüm dayatmaları özgürlüğe bir tehdit olarak görür ve karşısında durur. İfade özgürlüğü, inanç özgürlüğü sahip çıktığımız değerlerdir ve bizler için taktiksel değil stratejik hedeflerdir. 21. Yüzyıl sosyalizmi halka yukarıdan bir “aklı”, “bilimsel gerçekleri” dayatan bir zeminde değil tüm ezilenler için adalet ve eşitliğin tüm ezilenlerle beraber kurulduğu bir zeminde güçlenecektir. Din de geleceği birlikte kurmak istediğimiz insanların önemsediği, değer verdiği bir inanç sistemi olduğu sürece bizler açısından da saygıyı hak eder.
Siyasal İslam’ın İslam yanıyla mücadelenin temel eksen haline gelmesi böylesi bir toplumda Siyasal İslam’ı güçlendirmekten başka bir etki yaratmaz. Yoksulların önemli bir kısmı için din hala “bu kalpsiz dünyanın kalbi”. Çekilmez dünyayı çekilir kılan bir afyon. Dolayısıyla inançlarına saygısızlık olarak algıladıkları tutumlara karşı kendi doğrularına çok daha sıkı sarılıyorlar.
Bu tutumumuz dinin bütün acayipliklerini sineye çekmemiz gerektiğini söylemiyor. Ramazan’da sokakta yemek yiyen bir kişinin saldırıya uğramasına göz yummak, ya da kadınların zorla başlarını kapatmalarına dair bir dayatmaya sessiz kalmak hiç bir solcu için kabul edilebilir olamaz. Baskılar kimden gelirse gelsin mücadele edilmek içindir. Aynı yaklaşım TKP’li öğrencilere yönelik saldırı için de esastır.
AKP Türkiye’de Siyasal İslam’ın aldığı özgün bir halin temsilcisidir. Bu özgün halin ortaya çıkmasında finans kapitalin ve genelkurmayın payı büyüktür. Bu neo-liberalizm, kozmopolitanizm ve İslamcılığın özgün bileşiminin oluşumunda 28 Şubat darbesinin etkisi büyüktür. AKP Türkiye toplumunun neo-liberal dönüşümünde kendisinden öncekilere parmak ısırtacak bir mesafe katetti. Piyasa devleti bu dönemde büyük mevziler elde etti, kapitalizm şimdiye kadar kendisiyle mesafeli duran kimi kesimlerle çok büyük bir hızla hal hamur oldu. Günümüz Kalvinizmi Fetullahçılığın da yönsemesiyle, uluslar arası sermayenin yoğun desteğini alan AKP, piyasacılığı toplumun tüm kılcal damarlarına kadar taşıyor. Bu durum aynı zamanda büyük bir zenginleşmenin ve yoksullaşmanın da eş zamanlı yaşanmasına yol açıyor. Yeni zenginleşen kesimler ve yaşanan güç kaymaları iktidar bloğunda da yeni şekillenmelere yol açıyor. Anadolu ve İstanbul sermayesi analizleri Başbakan başta olmak üzere birçoklarının dilinde. AKP’nin oldukça temkinli başladığı bu süreç son dönemde özellikle referandum sonrasında mantıki sonuçlarına ulaşmış gözüküyor.
Sol böylesi bir sürece nasıl direnç geliştirmeli? Tabii ki Kürt hareketinin özgül durumunu da unutmadan bir değerlendirme yaparsak, AKP’nin bunca yoksullaştırıcı pratiği dururken onun İslami yüzünü esas hedef tahtasına koymak, bize solun yapabileceği en büyük hata olarak gözüküyor. AKP yediği onca halta rağmen bugün hala emekçi sınıfların gözünde yeterince yıpratılamamışsa onun dini nasıl başarılı bir biçimde kalkan olarak kullandığı üzerine mutlaka düşünülmelidir. Bu yanını kullanmasına fırsat üretilmemelidir. İşin aslı CHP bile bu konuda bir bilinç üretmiş durumda ve bir takım manevralar yapmaya çalışıyor fakat kendi içyapısının getirdiği hantallıkla esnek taktik açılımlar yapamıyor, dolayısıyla her seferinde kendi hamlesiyle tuş olan güreşçiye benziyor.
Alper arkadaş yazıda haklı olarak birkaç defa belirtmiş. Yazılarımızı okuyun, biz de kapitalizme karşı mücadeleyi önemsiyoruz diyor. Benim zaten kendi adıma can sıkıcı bulduğum HAYIRcı zeminin TKP’nin ideolojik çerçevesinde oluşmuş olması. TKP uzunca bir süredir stratejisini zaten AKP’ye karşı tepkinin örgütlenmesi üzerine kurdu ve bütün o kalabalığına rağmen bir sokak dinamiğini temsil edemiyor. Fakat hak mücadeleleri ekseninde önemli işler yapan Halkevleri neden böylesi bir kimlikle kendisini sınırlıyor? AKP’yi ancak yoksulluk karşıtı mücadele ile geriletebiliriz. CHP bile bunun sinyallerini verince yükselme yaşadı, fakat her şeyin üç aşağı beş yukarı aynı olduğu ortaya çıkınca düşüş geldi. Şimdi sol türban vs. üzerinden CHP’nin bile boşaltmak istediği militan laik çizgiye mi oturmalı? Bize işin bu kısmı hiç mantıklı gelmiyor. Dolayısıyla “iki düşman: Gericilik ve kapitalizm” hedefi de problemli gözüküyor. Mesela “Şovenizm ve kapitalizm” ikilisi yerine neden yukarıdaki?
Bu yönelimi orta sınıf siyaseti olarak nitelememiz ise özellikle orta sınıf beyaz yakalılarda AKP karşıtlığının çok net bir “yaşam tarzı zıtlaşması” zeminine oturması. Bu kesim kapitalizm karşıtı söylemleri çok önemsemiyor ve ülkeyi hızla Doğu’ya ve İslam’a doğru çeken iktidara ateş püskürüyor. Bunları “çağdaş medeniyetler” arasında bir yere koyamıyor. Alman Cumhurbaşkanı’nın eşinin yanında türbanlı bizimkini görünce hayıflanıyor. Ezilenler için ezenin dini inancının önemi yoktur. Ezene karşı mücadele etmek gerekir. Fakat kültürel meselelerin esas teşkil eder hale gelmesi “sınıfa karşı sınıf” durumunu imkânsız hale getiriyor. Kürtlerle aynı kareye girmeme özenini burada hiç anmıyorum bile ki burada da orta sınıf izlerini fazlasıyla gözlemlemek mümkün.
Yazıda laiklik ile ilgili yapılan vurguların özellikle “aklın özgürlüğü” meselesi ile meşrulaştırılmaya çalışılması da çok ilginç. Bizim laik despotların başta ordu olmak üzere yıllarca bu ülkede aklın en büyük düşmanı olduklarını unutmamak gerekiyor. Kitabi gerçekler maalesef çoğu zaman hayata uymuyor. Bu ülkede solu, özgür düşünceyi, alttakilerin siyasi iradesini bitirme mücadelesine laiklerin katkısı İslamcılardan çok fazladır. Hele de Kürt meselesinin içinden meseleye bakıldığında – ki bizlerin tam bu şekilde bakamamasının anlaşılabilir sebepleri vardır- Kemalizm ile faşizm arasındaki nüanslar iyice silikleşir. “Akıl”, “bilim” meselelerinin özellikle geçen yüzyılın ikinci yarısından bu yana geliştirilen eleştirileri de bir takım ihtiyat paylarının bırakılmasını gerektirmiyor mu?
Sınıfsal mücadelelerin dönüştürücü gücüne inanıyorsak ki ben sonuna kadar inanıyorum farklı inançlardan ve görüşlerden insanların mücadele ile nasıl da makul bir eksende buluşabildiklerinin en belirgin örnekleri TEKEL direnişinde yaşandı. Bunun dışındaki dışarıdan “gericilikle mücadele” girişimleri korkarız ki “gericiliği” beslemekten bir işe yaramaz.
Çok uzattık. Uzun sözün kısası siyasal İslam’a karşı mücadelenin en sağlıklı biçiminin sınıfsal mücadele olduğunu düşünmekteyiz. Egemenler kendi rollerini gizleyebilmek için bizleri sürekli kültürel alandaki tartışmaların içinden gütmeye çalışıyorlar. Bu tartışmaların içinde çok geleneksel laik tutumların bize kazandıracağı bir şey olmaz. Tabi TKP türü bir kof kalabalıklaşmayı her şeyden çok önemsemiyorsak. Arkadaşlar, Yargıtay Başsavcısı’na bile hak verecek kadar “sol”un sınırlarını zorlayabiliyorlar. Solun temel kriteri her türlü zorbalığa karşı direnişe öncülük etmek olmalıdır. Üniversite’de türban bizce meşrudur, inancı gereği örtünen arkadaşımızın bu haliyle derse gelememesi bizce de zulümdür. Fakat oruç tutmadığı için dayak yiyen genç de bizim korumamız altındadır.
Mücadelemiz her türlü insanlık dışı zulüm yeryüzünden silinene kadar devam edecektir.