Enver İçin…
M. Sinan MERT
6 Haziran 2010
Bizim Enver’in, Enver Arı’nın ölüm yıldönümü yaklaşıyor. Enver hiç şüphe yok ki son yılların en güzel, en mütevazı, en insan devrimcilerinden biriydi. Lafın gelişi değil, yakıştırma olsun diye değil, gerçek bir devrimci. Ne yapmaya çalıştığını iliklerine kadar bilen bir devrimci. Övünmek gibi olmasın ama onu tanıma, arkadaşlık yapma fırsatım olmuştur.
Bu yazıyı Enver’in biyografisi olsun diye düşünmedim. Fakat bu aralar sol-sosyalist ortamlardaki değer erozyonunu ortaya koyan örneklere tanık oldukça, Enver’in hayatını belirleyen büyük eylemi geldi aklıma. Bir eyleme bu kadar çok yön sığdırabilir mi?
Apansızlık, fedakârlık, mütevazılık, dayanışma, karşılık beklememe… Bilmeyenler için küçük bir not, Enver’imiz bir gün cezaevine ziyarete gider. Yoldaşlar o gün cezaevinden firar olacağını, çıkacak 4 kişi yerine 4 kişinin içeri girmesi gerektiğini, kendisinin böylesi bir eyleme destek olup olmayacağını soruyorlar. Enver, tereddütsüz “tamam” diyor. Çıkanların çıktığı yerden içeri giriyor. Kısa bir süre sonra firar fark ediliyor. Fakat cezaevindeki devrimciler isyana geçiyor. Enver’lerin şube sorgusu yapılmaksızın direk savcıya çıkarılmasını kabul ettiriyorlar. Enver oradan çıkıyor, tekrar cezaevine giriyor ama işkencesini yapamayanlar bunun acısını bu sefer Enver’i acayip cezaevlerinde, devrimcilerin olmadığı koğuşlarda- hatta bir ara İBDA-C koğuşunda- yatırarak çıkarıyor. Oralarda pür dikkat, sürekli tetikte yaşama zorunluluğu sonrasında bir sürü sıkıntıya yol açıyor ve Enverimiz aramızdan uçup gidiyor.
Bugün solun yaşadığı sorunların büyük kısmı Enver gibilerinin azalmasından. Enver gibi hesapsız, kitapsız kendini feda edebilenlerin, hatta onu da geçtik, yaptığı işin ciddiyetinin farkında olanların bile kıtlaşmasından. Mazeretçilik diz boyu. Solculuk neredeyse bir hobi gibi algılanan bir faaliyet haline gelmeye başlıyor. Hayatının tümünün yatırıldığı bir kalıp olarak siyaset değil de işte öyle, hayatın bir rengi. Bu yaklaşımın toplumun acılarıyla gerçek bir empati kurabilmesi de mümkün değil. Dolayısıyla hayatı kavrayamayan, tam nerede duracağına karar veremediği için ezberlere tıkılan bir yaklaşım. Sürekli bir üst perdeden konuşma hali, dışarıdaki olumsuzluklar bol keseden yüklenme ama kendi olumsuzlukları söz konusu olunca cimrilikte sınır tanımama. Yani uzun sözün kısası, kendini ve hayatı bir ciddiye almama hali. Maneviyatını yitirme hali.
Bu durumu geçtiğimiz günlerde Filistin için İsrail’e boykot girişiminin düzenlediği yürüyüşün sonundaki ortamda hissettim. Yaşanan olayın ağırlığını yansıtmayan bir dağınıklık, bir sohbet hali. Yaşananlara duyulan öfkeyi hiç hissettirmeyen bir kıvam. Bir kızgınlık, bir öfke, gerçekten bir “yakarım dünyaları” halinin olmaması. Sıradanlaşma. Ya da aynı girişimin düzenlediği sempozyumda FHKC yetkilisine “Neden bu kadar güçsüzsünüz?” diye sorabilmek, aynadaki kendi görüntümüze bakmadan. Bu tarz haller bizlere artık alışmışlık duygusuyla olağan haller gibi gözüküyor ama aslında dışarıdan bakıldığında karikatürize edilmeye çok açık durumlar söz konusu.
Enver, 1990’lı yılların devrimci kalkışmalarının ürünüydü. Gazi Direnişinin, üniversite işgallerinin yarattığı iklimin yaratığıydı. Bu olumsuzluklar ise 2000’in ilk on yılının yarattığı kireçlenmenin sonuçları.
Sınıfın solu kavgaya davet ettiği bir momentte, Kürt meselesinde kıyamet öncesi bir sessizliğin yaşandığı şu günlerde, ülkemiz ve bölgemiz büyük bir alt üst oluş yaşarken Enver ve eylemi üzerine düşünmek zorundayız. Olumlulukları da olumsuzlukları da yaratan bizleriz.
Yeni dönemde sola ve devrimci hareketlere bir rol düşecekse, bu ancak devrimciliğin maneviyatını gerçekten kuşanmakla mümkün olabilecek gibi görünüyor.