Biden’in ziyareti ve Mustafa Koç’un ölümü ne kesif bir hegemonya altında yaşadığımızın belirtisi olarak da okunabilecek birçok emarenin belirmesine yol açtı.
Kendi öz gücünden kopan politik aktörlerin siyasal alanı tamamen dolduran güç çizgilerinin etkisi altında kalması muhakkaktır. Siyaset aslında bu güç çizgilerinin birbirine değdiği, kırıldığı, yön değiştirdiği devasa bir mücadele olarak da okunabilir. Ne kadar güçlü olursa olsun bütün politik aktörler bu güç çizgilerinin etkisi altında kalır. Siyaseten güçlenme aslında bu belirleyici aktörlerden otonom hareket edebilme anlamına da gelir. Gücü olmayan politik aktör bağımlıdır. Bu bağımlılık öncelikle davranışlara ve tutum alışlara yansır ama giderek ideolojik alanda da dönüşümlere yol açar.
Biden’in geçtiğimiz Cuma günü İstanbul’da gerçekleştirdiği temaslarda hükümete çok açık bir mesaj verdiği ortada. Barış Akademisyenleri’ne, Can Dündar başta olmak üzere tutuklu gazetecilere verdiği destek açıkça AKP hükümetini ve Erdoğan’ı yaralamak üzerine kurgulanmıştı. Bunda da başarılı oldu. Davutoğlu eleştiri babında komik denebilecek açıklamalar yaptı. Erdoğan ise ortak basın açıklamasına çıkmadı imajı zedelememek için. Bu tablo Türk dış politikasının da açık bir iflası olarak okunmalı. Erdoğan ABD’ye bu kadar muhtaç duruma düşmüş olmasa mutlaka kendisini tutamaz durumu idare edecek bir iki çıkış yapardı. ABD’nin PYD’yi PKK’den ayrıştıran tutumu devam ediyor. Cenevre toplantısı ile ilgili PYD’ye çağrı yapılmış olması eğer Türkiye önümüzdeki 1 hafta içerisinde toplantının gerçekleşmesini engelleyemezse ki ABD ve Rusya’nın anlaşmış olması bu ihtimali sıfıra yaklaştırıyor, stratejik derinliğin tam anlamıyla sıfırlanmasına tanık olacağız.
Bütün bu gerçekler ABD’nin bölge politikasının bu cehennemin oluşmasında en az Erdoğan kadar suçlu olduğu gerçeğini unutturmamalıydı. Oysa sol muhalefetin dış siyaset okumasını belirleyen birçok muhalif gazeteci Biden’la bu hükümete muhalif fotoğrafın içinde kalmaktan rahatsızlık duymadılar. ABD’nin Rojava’da PYD’ye destek verirken ama bir yandan da Türkiye Kürdistanı’nın günlerdir yakılıp yıkılmasına dair sergilediği emperyalist ikiyüzlülüğe dair söylenecek iki çift laf yok muydu? Suudi Arabistan’ın bölgedeki tüm şımarıklıklarını aslında ABD silah tekellerinden aldığı destekle gerçekleştirebildiğini hiç kimsenin konuşmaması mı gerekiyordu? Diktatörlüğe karşı mücadele gerçeğinin emperyalizm bilincinde ciddi tahrifatlar yarattığı açık.
Mustafa Koç’un ölümü sonrasında ortaya çıkan tepkilerde de benzer kırılmanın izlerini görmek mümkün. HDP’nin taziye yayınlaması oldukça can sıkıcı oldu. Finans kapital iktidarına karşı mücadele etme iradesine sahip olanların bileşeni olduğu bir partinin böylesi bir açıklama yapması sınıfsal çelişkinin hissedilmesi konusunda ne noktada olduğumuzu gösteriyor. Bir sosyalist açısından bileşeni olduğu bir partinin örneğin Özel Harp Dairesi Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu için taziye açıklaması ancak bu kadar şoke edici olabilirdi. Birgün Gazetesi’nde son dönemlerde özellikle Kürt siyasetine eleştirel bakan sol çevreler tarafından bir tür sosyalizm gurusu olarak lanse edilmeye çalışılan Taner Timur’un yazdığı Koç güzellemesi tartışmalara yol açtı. Yazı neredeyse bir “mavi gözlü dev” ağıtı tonunda akıp gidiyor, son paragrafı olmasa Koç Ailesi tarafından da rahatlıkla kullanılabilir. “Sevecenmiş, kalendermiş, halka yakınmış ve en önemlisi de (işte bu en önemlisi vurgusu o kadar önemli ki lastikteki patlağın, burjuva hegemonyasının kanca attığı noktayı imlemesi açısından b.n) laik bir cumhuriyetçi, samimi bir Atatürkçü imiş; yakınları onu öyle anlatıyorlar…. Mustafa Koç son yolculuğuna çıkarken daha çok bir karşı devrim ortamında zulme direnenlere yardım eden yönüyle anımsanmalı diye düşünüyorum” Marx “her şey göründüğü gibi olsaydı bilime hiç gerek kalmazdı” sözünün böylesi bir bilim adamı tarafından doğrulanması ne kadar ironik! Hiç değilse Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı mektuptan ve Turgut Özal’ı ekonominin başına getirtmesinden bahsetmesini beklerdik. İşçilerin her ezildiği, demokrasi mücadelesinin her boğulduğu yerde asker postallarının yanında Koç’un ayak izini görmeyen bir sosyalist olabilir mi? Yiğit Bulut’un İş Bankası’na salvo yaparak sermayenin el değiştirmesi sinyalleri verdiği bir momentte “ölümünden bir gün önce Koç, Erdoğan ile ne konuştu?” sorusu anlamlı bir sorudur ama sosyalistlerin tam da en fazla şeytanlaştırmaları gereken bir figür karşısında bu hallere düşmeleri aslında güçsüzlüğün kaynağı da işaret etmiyor mu?
Tunus bir kez daha yoksulluk isyanlarına sahne olurken, Botan’da yoksul Kürt gençleri devletin bordo berelilerine geçit vermezken, 62 zenginin dünyanın %50’sinden daha büyük bir zenginliğe sahip olduğu konuşulurken Türkiye sosyalist hareketinin içine düştüğü bu kafaca dağılma hali derhal aşılmadan mücadelenin daha ilerilere taşınması mümkün değil. Dostları ve düşmanları konusunda kafası bu kadar karışan bir siyasi hareketin yol alabilme şansı olamaz. Schmitt şu konuda kesinlikle haklıydı : “Siyasal birlik ya dost-düşman ayrımını belirleyen ve bu anlamda egemen olan birliktir… ya da siyasal birlik mevcut değildir.”
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]