Cumartesi Anneleri’nin 700. oturumuna düzenlenen saldırı, Saray rejimi ile direniş güçleri arasındaki “suni denge”nin iktidar tarafından açık beyanı olarak okunabilir. “Suni denge” çünkü Erdoğan’ın 24 Haziran sonrasında yarattığı “bu iş tamam” havası gerçek gücünden değil, karşısındaki demokrasi güçlerinin yaşadığı dağılma ve şaşkınlıktan besleniyor. ABD-İdlib-kur krizi üçgeninde kendisini son derece kırılgan hisseden, bu süreçte elindeki en büyük kozunun da 24 Haziran sonrasında muhalefetini içine ittiği yılgınlık olduğunu bilen Saray rejimi, görece enerjik katılım çağrılarının yapıldığı cumartesi eylemine tam da bu suni dengeyi devam ettirebilmek için yoğun bir biçimde saldırdı. İktidar, krizin etkileri topluma doğru dalga dalga sirayet ettikçe “ekonomik savaş” söyleminin cazibesini kaybedeceğini biliyor. Ekonomik krizin faturasının kime ve nasıl ödetileceği konusunda sermayenin farklı kesimleri içinde adı konulmamış bir gerilim var. Çavuşoğlu’nun İdlib görüşmelerinde mesafe kat edemediği açıkça anlaşılıyor. Azez-Cerablus bölgesinin şimdilik çatışma dışında tutulması dışında Türkiye’nin koparabileceği bir tavizin olamayacağı görülüyor. Türkiye’nin bu bölgeyi “savaş ganimeti” olarak elde tutma niyeti olduğu ortada ancak bu güç dengesinde ısrar, eldekilerden daha fazlasını kaybetmek anlamına gelecek sonuçlar da doğurabilir. Trump’ın içeride görevden alınma riskiyle karşı karşıya kalması ise Türkiye ile yaşanan krizi kolay kolay yumuşatmayacaktır çünkü ABD’de devlet içindeki Trump dışındaki güç odakları zaten büyük oranda Türkiye’nin Batı cephesi içinde ele alınıp alınamayacağını tartışır durumda. İktidara geldiğinde İslamcı yazarlar tarafından Erdoğan’ın ABD’deki muadili olarak kutsanan Trump, rejimin iyi kötü selamlaşabildiği tek güç odağıydı.
Liberaller bu konjonktürden bir AB ile yumuşama havası yaratarak çıkmanın teorisini yazmaya şimdiden giriştiler hatta kimilerine göre Cumartesi Anneleri’ne yapılan saldırı da Erdoğan’ın Almanya gezisi öncesinde Türkiye ile AB arasındaki yakınlaşmayı engellemek isteyen “kimi güçlerin” işi olabilir. Türkiye’nin içinde bulunduğu faşist devlet inşa sürecinin AB ile yakınlaşma ile aşılabileceğini ummak ancak Erdoğan’ı “ABD ile yürüttüğü mücadelesi”nde desteklemek isteyen ultra-ulusalcıların şapşallığı ile kıyaslanabilir. Bu bakış açılarının ikisi de rejime kapasitesinin üstünde beklentiler ve vehimler ile yaklaşmaktadır. Türkiye devleti, an itibariyle halkın devrimci eylemi dışında herhangi bir süreç ile demokratikleşebilme kapasitesini kaybetmiştir. 2000’lerin ilk 10 yılının yeniden yaşanabilmesi hem dünyanın hem de Türkiye’nin içinden geçtiği süreç itibariyle olanaksızdır. Bölgede ve ekonomide bütün beklentileri geçersizleştiği için küresel güç dengelerinde oynama kabiliyeti de son derece sınırlanan rejimin AB’ye yanaşması büyük oranda AB bankalarının Türkiye bankalarına vermiş olduğu kredileri büyük kayıplar yaşamadan geri alabilme telaşında zemin buluyor. Erdoğan, bu süreçte AB ile müzakerelerden karlı çıkabilmek için kendi içindeki muhalefeti tam anlamıyla bastırarak kendisini “geleceği asla tartışılamayacak lider” olarak gösterebilmesinin öneminin farkında. Bu yüzden Cumartesi Anneleri’ne saldırı AB ile görüşme öncesinde yapılmış bir gaftan ziyade muhalefetin içine sokulduğu sinizmin devamlılığını garantiye alma kaygısından kaynaklanan bir eylem. Bütün ülkenin tek söz söyleyicisi haline gelmiş bir lider, birkaç yüz kişinin kararlı direnişinin nasıl bir ivmeye yol açabileceğini fark ettiği için muhalefetin nefesini kesmek adına aklınca işi sıkı tutuyor. Bu bile aslında büyük bir telaşın ve korkunun tezahürü değil midir? Bu bile aslında muhalefetin kendisini dövmekten ve çarmıha germekten vazgeçse ne büyük bir olanaklar denizinin ortasında bulunduğunu fark edebileceğinin bir sağlaması değil midir?
Bu saldırı geri tepecektir. Bundan sonra her hafta çok daha büyük bir kararlılıkla Cumartesi Anneleri sahiplenilecektir. Burada özellikle Serpil Kemalbay, Garo Paylan ve Ahmet Şık başta olmak üzere HDP’li vekillerin kararlı direnişi Galatasaray Meydanı’ndaki dik duruşun anlamını çok daha yükseltmiştir. Direnişin vekilleri, 7 Temmuz’dan bu yana hiçbir soru önergesine cevap vermeye tenezzül bile etmeyen bir rejimin parlamentoculuk oyununa karınların tok olduğunu en yalın bir biçimde sergilemişlerdir. Meclis salonlarından yapılan boş demeçlerin kravatlı muhalefeti, yoldaşını polisin elinden kurtarmak için canını dişine takan, polis barikatının karşısında kol kola girerek saldırılara set olmaya çalışan bir iradeye dönüşmenin sinyallerini vermiştir. Bu duruş rejim ile tüm ezilenler arasındaki “suni denge”nin sallanmasının şifrelerini taşıyor. 24 Haziran sonrasında muhalefetin içine itildiği “iç tartışma, muhasebe, özeleştiri” tartışmalarından çıkışın yolu da böylece gözükmüştür. Halka karşı verilecek özeleştiri sözle değil direnişe can suyu katarak olur. Cumartesi günü sergilenen duruş bu anlamda milletvekili imtiyazlarının reddi ve parlamentonun gerçekte direniş meydanlarında kurulması iradesini sergilemesi açısından muazzam moral verici olmuştur. Bu aslında halka da yapılmış bir “geleceğin için, ekmeğin için, ülken için direnişe omuz ver” çağrısıdır. Halk kendisine uzanan bu eli sımsıkı tutacaktır. Göreceksiniz.
Yalan, zulüm ve karartma üzerine kurulu bu suni dengeyi bozacağız!
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]