Bazen varoluşsal atalet, zihinsel atalete çok güçlü bir destek sağlıyor. Kendi rutini içinde dönmekten, kendi senelik devresini tamamlamayı en önemli politik faaliyet saymaktan muzdarip zihinler kritik kırılma anlarını genellikle ıskalıyor. Böylesi politik aktörler, yaşanan durumdaki önemli değişiklikleri, kendi pozisyonunu bozmadan karşılamasını mümkün kılacak açıklamalar üretmeye çalışıyorlar. Görüngüdeki değişikliğin aslında aktörlerin temel yapısında bir değişikliğe yol açmadığından yola çıkarak aslında her şeyin hala aynen devam ettiğini öne çıkarmak istiyorlar. Oysa bazen aktörlerin temel niteliklerinde bir değişiklik ortaya çıkmaksızın bunların aralarındaki ilişkilerin değişmesi aktörlerin pozisyonlarını 180 derece dönüştürebiliyor. Bu tutum örneğin AKP-Cemaat çatışması yükselirken de yaşanmıştı. İki İslamcı gücün birbiri ile kavgasının kasabayı bu derece viraneye çevirebilmesi, sağdan ve soldan birçok akıl için neredeyse imkânsızdı. AKP ve Cemaat’in iktidar ortağı olduğu dönemlerdeki karakterleri ile günümüzdeki karakterleri arasında temel bir pozisyon değişikliği yok ancak aralarındaki ilişkinin ittifaklı rekabetten çatışmaya dönüşmesi tabloyu kökten değiştirdi. Bir ilişkiler ve mücadeleler denizinde eylediğimizi, bu ilişkilerin mahiyetindeki değişikliğin mücadele uzamında yeni olanaklar ve tıkanmalar yarattığını, politik akla tam da bu tıkanma ve olanakları tespit etmek için ihtiyaç duyduğumuzu, politik irade ve kapasitenin de bu aklı tamamlamaması durumunda aklın gördüklerinin de faydadan ziyade zarar üreteceğini söyleyebiliriz.
Gezi’nin ilk günlerinde, sokaklara taşan öfkenin “milliyetçi bir kalkışma”ya yol açabileceği düşüncesiyle evlerine sokulması gerektiğinden bahseden arkadaşlar hatırlıyorum. Hâlbuki yaşanan AKP’nin kendi dışındaki kitleler üzerindeki hegemonyasının mutlak ve gürültülü çözülüşünün yarattığı beklenmedik(!) bir patlamaydı. Sosyalistler Allah’tan büyük bir kafa karışıklığı yaşamadan harekete dahil olarak savunma hattını oluşturdular. Böylece hareket, tarihsel anlamda özgürlüğe ve direnişe referans üreten mahiyetini kazandı.
17-25 Aralık sürecinde benzeri bir inisiyatif üstlenemeyen sosyalistler aslında bugün yaşanan geri çekilişin de yollarını döşemiş oldular. Cemaatin ve AKP’nin, çatışmanın iki kanadının birden karşısında çözümü, temiz bir geleceği ve kurtuluşu temsil eden bir odak olarak çıkamamamız o dönemde yaşanan kafa karışıklıklarının da bir ürünü oldu. “Birilerinin tuzağına düşmemek için sergilenen hassasiyetler” sokaklar nezdinde hala çok önemli potansiyeli olan bir hareketi, seyirci konumuna itti. O dönem HDP’nin ve sosyalistlerin başını çektiği bir Taksim eylemini zorlayarak hayata geçirten bir arkadaş önce bu inisiyatifinden dolayı fırça yedi, sonra da bir sebeple kızağa çekildi.
Veysi Sarısözen, Gündem’deki yazılarında 17-25 Aralık’ta yaşananları bir “Cemaat darbesi” olarak lanse etmekte ve HDP tabanını darbenin karşısında durmaya çağırmaktaydı. Böylece de Erdoğan’ın en zayıf döneminde ona önemli bir destek sağlamış oldu. Cemaatin amacının ne olduğu belliydi, ancak politik maharet, siyasi faturanın her iki dalaşan aktöre de -AKP ve Cemaat- maksimum seviyede çıkarılabilmesiydi. 1989’da yerel iktidara gelen SHP’lilerin başını yiyen ve siyasal İslam’ın önünü açan İSKİ yolsuzluğundan çok daha merkezi ve geniş çaplı bir kirlenme böylece halı altına süpürülebildi. Halı altına süpürülse de sıklıkla yandaş yazarların birbirlerine salvolarında kusan bir çürüme bu. Şimdi o günlerde ifşa edilen gerçekleri gündeme getirebilmek sosyalistler için, güçlerin geri çekilmesi sebebiyle, neredeyse mümkün değil. Aynı Veysi Sarısözen şimdi de konjonktür değiştiğinden olsa gerek 15 Temmuz’daki Cemaat parmağını görünmez kılmaya çalışıyor. “Cemaat size muhalefet etmeye, yolsuzluklarınızı ortaya çıkarmaya (hani darbeydi bu iş!) ve yargıdaki gücüne dayanarak sizin destekçilerinize, en başta da MİT Müsteşarı’na operasyon yapmaya başlayınca, siz onları, içlerine sızdırdığınız ajanlar eliyle darbeye kışkırttınız ve asıl darbeyi de siz 20 Temmuz’da yaptınız.” Asıl darbenin 20 Temmuz’da yapıldığı muhakkak, 15 Temmuz’daki ortaya çıkmayan şaibeli durumların vurgulanması da normal ancak “ajanlar eliyle yaptırılan darbe” tezi gerçekliği ıskalamaya devam ediyor.
Sonuç olarak gelelim Adalet Yürüyüşü meselesine. Bugün CHP’nin devlet partisi olma hüviyetinden oldukça uzaklara salındığı bir momentteyiz. Çünkü devlet, eski devlet değil. AKP 15 Temmuz’un yıldönümünde yeni Türkiye devletinin doğuşunu ilan etmeye hazırlanmakta. 16 Nisan’ın sonuçları devlet içi dengeleri altüst etti. Cemaatin tasfiyesinin yarattığı oyuk zaten yeni bir devlet inşasını zorunlu hale getiriyor. CHP’nin AKP-MHP-Perinçek (Ergenekon) teslisi tarafından iktidar inşasının dışında bırakılması, CHP’nin buna “15 Temmuz kontrollü darbedir, gerçek darbe ise 20 Temmuz’da gerçekleşmiştir.” raporuyla yanıt vermesi karşılığında Enis Berberoğlu’nun tutuklanması aslında Adalet Yürüyüşü’nün temel gerekçesini oluşturuyor. Kılıçdaroğlu, Berberoğlu’nun tutuklanmasının aslında kendisinin FETÖ’den tutuklanmasının işareti olduğunu anladı. Ne de olsa FETÖ’nün kaset operasyonu ile gelmişti. Erdoğan’ın “kankası” Baykal’ın yürüyüşe katılmayıp, ancak Kılıçdaroğlu’nun popülerliği arttıktan sonra “Beni de yürütmeyin!” diye efelenmesi bu planın aslında CHP içinde de alıcılarının olduğunu gösteriyor. Bu anlamda bu kavga aynı zamanda CHP içi bir kavga da. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu kendi dışındaki ittifaklara açılıyor. Yürüyüş esnasında kendisine en yakın isimler partinin sol kanadı diyebileceğimiz isimler. HDP ziyareti sonrasında demokrasi cephesi ve Demirtaş ile ilgili verilen sıcak mesajlar da bu açıdan önemli. Halkevleri Genel Başkanı ile en önde fotoğraf vermekten memnun olması da Kılıçdaroğlu’nun her türlü ittifaka açıklığının bir göstergesi.
Bu kadar iş yaşanırken “işte CHP eski tas eski hamam” demek kimseye bir şey kazandırmaz. Bu hamle CHP’nin günahlarını affettirmez, büyük beklentiler içine girmenin kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı yaratacağı gerçeğini de değiştirmez. Politik karakterleri güç ilişkileri ve mücadeleler içinde açmazları, olanakları ve potansiyelleri ile kavramak yerine “iyi mi kötü mü” basitliği içinde kavramaya çalışmak çok büyük bir amatörlük belirtisidir. Şurası çok açık, bütün handikaplarına rağmen Adalet Yürüyüşü faşizme karşı mücadele noktasında önemli olanaklar yaratabilir. Sosyalist öznenin görevi, bu olanakların hayattaki karşılıklarının oluşması için aktif müdahale içinde olmak, hareketin gerçek mahiyetini keşfetmek ve dönüştürmek için keşif kolları oluşturmak, etkileşim içinde olmak aynı zamanda da CHP’nin Hayır Cephesi’nin yegane hegemonik gücü olmasını engelleyecek politik aklı ortaya koyabilmektir. Hareketi uzaktan değil ama içinden tanımakta fayda var, ancak böylece işin nereye evrilebileceğini çok daha iyi anlayabiliriz.
Demir Küçükaydın’ın önerdiği gibi HDP’nin tüm vekilleri ile yürüyüşe katılması nasıl bir etki yaratır? Sonuçta sahada işin sahibi olan bir kesim zaten var. HDP şimdiye kadar resmi ağızlarından genelde zaten yürüyüşü temkinli bir biçimde destekleyen açıklamalar yaptı. Toplu bir katılıştan ziyade Ahmet Türk gibi sembolik isimlerle dolaylı destek verilmesi, desteğin çok net gösterilmesi ancak aşırıya kaçılmaması önemli. Yürüyüşün İzmit ve sonrasındaki safhasında ise HDP’nin tüm sosyalist çevrelerle birlikte katılım göstermesi anlamlı olacaktır.
Kılıçdaroğlu’na “Edirne’ye yürü” demek, ondan büyük beklentiler içinde olmak aslında bir tür zayıflık belirtisi. Demirtaş’ın bütünüyle hukuksuz tutukluluğunu sonlandırmak için kamuoyu baskısı yaratmak öncelikle HDP’nin görevi değil mi? Anayasa Mahkemesi’ne milletvekillerinin tutuklu yargılanmayacağı içtihatı üzerinden baskıda bulunmak, çeşitli yöntemlerle 6 milyon kişinin oyunu alan parti eş başkanlarının tutukluluğunun bir suç oluşturduğunu anlatmak neden bu kadar zor anlamak mümkün değil. HDP, Demirtaş ve Yüksekdağ’ın tutukluluklarını teşhir etmenin kendisi için en anlamlı güncel taktik olduğunu neden göremiyor? Burada akıl almaz bir fren mekanizması çalışıyor. O kadar ki hükümet bile işin dönüp dolaşıp Demirtaş’ın özgürleşmesine bağlanacağını gördüğü için eş başkanın yargılandığı davaları oraya buraya bağlayıp tutukluluk için daha güçlü destekler yaratmaya çalışıyor. HDP’nin şu anda sürece en önemli katkısı boylu boyunca Adalet Yürüyüşü’ne katılarak değil ancak Demirtaş’ın tutukluluğunu güçlü bir mücadele konusu haline getirmeyi başarmakla olur.
Suriye Savaşı’nın sonlarında küresel ve bölgesel güçlerin karşı karşıya gelme pahasına ellerindeki tüm kozları oynamaya başladığı, çok yönlü kırılmaların kapıda olduğu bir dönemde “aslında her şeyin eskisi gibi aktığını” düşünmek gibi bir körlük içerisinde olmamalıyız.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]
[…] Yazının tamamını okumak için tıklayınız! […]
Permalink