1 Mayıs 2010 Yaklaşırken: “Hedeflerimiz-Görevlerimiz”
M. Sinan MERT
11 Nisan 2010
Yeniden 1 Mayıs eşiğindeyiz. Tüm dünya üzerinde, yüreği adalet ve özgürlük rüyasıyla atanların ortak bir heyecanı yaşayacağı o umut dolu güne bir kez daha yakınız. Şimdiden 1 Mayıs’ın nasıl olacağı, o güne kadar ne gibi hazırlıkların yapılacağı, son üç seneye damgasını vuran Taksim geriliminin bu sene ne biçimde “çözüleceği” gibi sorular eşliğinde, 1 Mayıs ile ilgili tansiyonu yüksek tartışmalar sol kamuoyunun gündemine geldi oturdu. İlk izlenimler bu yıl 1 Mayıs’ın sol içinde ciddi tartışmalar yaratacağı yönünde. Umarız sol içindeki güvensizlikleri büyüten bir deneyime dönüşmez 2010 yılının 1 Mayıs’ı…
Sadece bir geçit töreni değil…
Bazı açılardan bakıldığında 1 Mayıs’ın bu kadar önemli bir gün olarak algılanması kendi içinde kimi sorunlar taşıyor. Oldukça önemli bir tarihsel çerçeveye otursa da sonuç itibariyle 1 Mayıs’ın sol kesimler üzerindeki itibarını ve etkisini, yarattığı motivasyonu ya da neden başka gündemlerin bu derece yoğun bir coşku, heyecan ve katılım yaratamadığını düşünüp sorgulamak yararlı sonuçlara yol açabilir. Fakat şurası muhakkak ki 1 Mayıs, dünyadaki tüm sosyalistler ve devrimciler için olduğu gibi bizim açımızdan da yılın en önemli günü. Belki abartılı olacak ama “yıllık mücadelenin doruk noktası”. 1 Mayıs, uğruna her türlü bedelin göze alınabileceği büyük bir biraraya geliş. Bütün bir yıllık siyasi faaliyetin harman edildiği bir muhasebe günü. Siyasi iradenin iddialarını en üst perdeden ifade ettiği, hissettirdiği gün. Devrimci iradenin, cüretin sonuna kadar götürülmesi konusunda herkesin hemfikir olduğu bir hesap kesim tarihi.
Unutulmaz 1 Mayıs’lar…
Bir devrimcinin en önemli birikimlerinden biri yaşadığı 1 Mayıs’lardan oluşur. Gerçekten de hepimizin tarihinde devrimci, sosyalist olduğumuza şükrettiğimiz 1 Mayıs anıları canlılığını taptaze korur. 1976, 77, 78 1 Mayıslarını dinleyerek büyüdük. Ardından gelen darbenin karanlık günleri ve 1989 ile doruğa çıkan fiili Taksim zorlamaları. İstiklal’de karşı karşıya gelen polisler ve devrimcilerin hesaplaşması. Mehmet Akif Dalcı. 1990’larda başlayan yasal 1 Mayıs’lar. Ve tabii ki olağanüstü 1996 1 Mayıs’ı; devrimci iradenin düzen için bir tehdit haline gelebildiğinin en net ortaya konduğu 1 Mayıs. Olağanüstü bir kalabalık, olağanüstü bir cüret. Polisin katliamlarının faturasının Kadıköy ana caddeye çıkarılması. Ara sokaklardan çıkamayan, neredeyse kendini korumaktan aciz hale gelmiş çevik kuvvet müfrezeleri. Sonrasında devrimcilerin kurduğu bağımsız kürsülere azgınca saldırılar. 2000’li yılların sükunetinin bozulduğu Saraçhane mitingi. Ve 3 senedir her türlü zorbalığa rağmen sergilenen Taksim iradesi…
Üç Maymun oyununu bozma günü…
1 Mayıs her sene önemlidir. Coşkulu, güzel, umut dolu geçen her 1 Mayıs bu yaşadığımız zilletin bir gün elbet biteceğinin muştusu gibidir. 1 Mayıs her zaman büyük bir anlam ifade eder. Ezilenlerin, alttakilerin, bu ülkede hiç yerine konanların bayramıdır çünkü. Sömürülsün diye yaratılmış gibi gözükenlerin, üç maymunu oynaması için koca bir ikna mekanizmasının her daim işletildiği bir dünyada külyutmazların ve direnenlerin olduğunun ispatıdır.
Fakat her zaman 1 Mayıs’ın bir de her yıla özgü ayrı anlamı vardır. O dönemin politik atmosferinde özel bir noktaya oturur. Devrimciler o dönemin öne çıkan imkanlarına müdahale etmeyi de amaçlarlar. Ya da dönemin devrimcilerin üzerine yıktığı özel görevler göğüslenilir, göğüslenmeye çalışılır. Dolayısıyla 2010 1 Mayıs’ına giderken işin bir de bu tarafından sorgulanması gerekmektedir.
2010 1 Mayıs’ının kendine özgü yanı…
Malum düzenin hâkim bloğunun yeniden şekillendiği günlerden geçiyoruz. AKP’nin iktidar olması ile başlayan süreç 2007 seçimleri sonrasında yeni bir aşamaya sıçradı. Yıllardı finans kapitalin gölgesinde kalan kimi kesimler güneşin altındaki yerlerini istiyorlar. Fakat malum, ideolojilerin işlevi kaba çıkarların gizlenmesini, örtülmesini, kavganın sanki başka bir şey içinmişçesine verilebilmesini mümkün kılmasıdır. Dolayısıyla bir taraf kendi çıkarlarını demokratikleşme ve din kılıfı altında hayata geçirmeye çalışıyor, diğer taraf ise 75 yıllık iktidarını laiklik-Atatürkçülük-modernlik-ulusalcılık kalkanıyla korumaya çalışıyor. Tabii bu kavgalarını tam gazla sürdürürken de bizlerden, aşağıdakilerden, “ayak takımı”ndan kendilerine taraf olmamızı istiyorlar. Aklımızı karıştırıp bizleri de peşlerine takabilmek için uğraşıyorlar. Maalesef bunu da büyük oranda başarabiliyorlar. Çoğumuz kendimizi bu hakim kamplardan birine yakın hissediyoruz.
3. Cephe bir zorunluluk
Oysa bu kampların ikisinin ortak buluştuğu nokta emekçi düşmanlığı. Sermayenin farklı bloklarının çatışmasından kaynaklanan sözkonusu gerilim, taraflarların sınıfsal yapısından dolayı emekçilerin hayatıyla doğrudan ilgili değil. İnsanca yaşanacak bir ücretin garanti edilmesi konusunda bir kavga yaşanmıyor. Eğitim ve sağlığın parasız ve nitelikli olması yönünde de bir tartışma yok.
Fakat bizlerin hayatları ise gerçekten kanıyor. İşi olanlarımız aşırı çalışmaktan yaşamaya fırsat bulamıyor. İşi olmayanlar ise parasızlık ve mutsuzluktan, öyle durdukları yerde bir şey üretemeden ömrünü tüketmenin verdiği acıdan muzdarip. Her geçen gün hayatın yeni alanları metalaşıyor. Kapitalizm hayatlarımıza daha fazla hâkim oluyor. Kriz toplumun önemli bir kesimini dümdüz edip geçerek, sermayeye yeni nemalanma alanları yarattı.
Bu an ve mekânda biz aşağıdakilerin, ezilenlerin en önemli ihtiyacı kendi siyasi safımızı belirginleştirebilmek, büyütebilmek, görünür hale getirmek ve umut olabilmektir. İnsanlarımızı gerçekten demokrasi için ancak aşağıdakilerin siyaset sahnesine çıkması gerektiğine ikna edebilmektir. Aşağıdakilerin, ayak takımının konuşamadığı, bir siyasi seçenek yaratamadığı bir dünyanın kâbus olduğunu gösterebilmektir.
O yüzden halkımızın kendi safını inşasına ihtiyacı büyüktür. Şu anki çatışmalar hâkim bloğun yeni kompozisyonunu ve güç dengelerini yaratmak üzerinedir. Yanlış anlaşılmasın bu çatışmalara sırtımızı dönmemiz gerektiğini söylemiyoruz. Tam tersine halkın siyasetini üretebilmek için, kendi platformumuzu güçlendirerek siyasi ortama aşağıdakilerin müdahalesinin önünü açabilmeyi öneriyoruz. Böylesi bir 3. kanadı inşa edemeden yapılan siyasetin bir biçimiyle şu anki hâkim blokların birinin yöresine yamacına yerleşmek anlamına geleceğini vurgulamak istiyoruz.
Öfkemiz… En büyük yapıcı gücümüz…
Dolayısıyla bu 1 Mayıs halkımızın bu ihtiyacına yanıt üretebilmek amacıyla değerlendirilmelidir. Halkın öfkesi, yaşadıklarını kabullenemezliği en önemli yapıcı gücüdür. Bu yapıcı gücün damgasını vuracağı ve acılarımızın büyüklüğünün hissedileceği bir 1 Mayıs, ancak şu anki politik ihtiyaçlarımıza yanıt üretebilir. 1 Mayıs’ı bir günlük bir boy gösterme imkânı olarak görenler en çok 1 Mayıs’a haksızlık etmiş olurlar. 1 Mayıs 2010, Türkiye emekçi sınıflarının, yoksullarının, ezilen haklarının bir 3. siyasi seçeneği yaratma kabiliyetinde ve mecburiyetinde olduklarının ifadesi haline dönüşebilirse ancak anlamına uygun bir içerik kazanmış olacaktır. Egemenlerin iç çatışmasında taraf olmadığımızı sergileyebildiğimiz oranda bir 3. seçenek yaratma kabiliyetimizi sergileyebiliriz. Sol, kendi içindeki tüm farklılıklara rağmen böylesi bir görüntü verebilme yeteneğindedir. Tekel Direnişi’nde benzeri bir duruş kısmen sergilenebilmiştir.
Zafere giden yol EKMEK KAVGASIndan geçiyor…
1 Mayıs, EKMEK KAVGASInın büyütüleceği ve EKMEK KAVGASI çizgisinin Türkiye halklarının kurtuluş çizgisi olduğunun altının çizileceği bir gün olmalıdır. EKMEK KAVGASInın ezilen halklarımızın özgürleşmesine, toplumumuzun demokratikleşmesine gidecek yegane yol olduğunun gösterilmesi 1 Mayıs’ta başarılmalıdır. Ekmeğimizi elimizden alanlara karşı öfkemizin ne kadar büyük olduğunun sergilenebilmesi başarılamazsa bu 1 Mayıs boşa geçen 1 Mayıs’lardan biri olacaktır. 1996 1 Mayıs’ından sonra “Birgün varoşlardan gelecekler, boğazlarımızı kesecekler” dedirten öfkeden bahsediyoruz.
1 Mayıs direnenlerin bayramıdır! Şimdiden hepimize kutlu olsun!