Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ile bazı kavramlar havada uçuşmaya başladı. “Adaletin aranma yeri” tartışıldı. Saray bunun “sokak değil parlamento” olduğu konusunda fetva verdi. Bütün Saray medyası tarafından sokak lanetlendi. Oysa 15 Temmuz sonrası sokağa ne çok övgüler yapılmıştı. Fakat Erdoğan ve AKP’nin unutkanlığı biliniyor. Öte yandan parlamentoyu oylamadan ibaret gören, çoğunluğun her şeyi yapmaya yetkili olduğu düşüncesine sahip olan AKP, bunu sık sık “milletin kararı” kavramı ile birleştiriyor. Oysa demokrasilerde tartışılmaz haklar vardır. İnsanlığın birkaç yüzyıldır mücadelesinde ortaya çıkan insan hakları ve temel haklar artık parlamento oylamalarının dışındadır. Bunlardan birisi de gösteri hakkıdır.
Saray bunu hak olarak değil “lütuf” olarak görüyor. Eğer yürüyenlere dokunulmuyorsa bu Saray’ın bir lütfudur. 15 Temmuz darbesini “Allah’ın bir lütfu” olarak gören Saray, bunun nedenini çok kısa sürede açığa vurdu. Ülkeyi OHAL ile yönetmek, keyfiliğin zirvesine çıkmak için “darbe” gerçekten büyük bir lütuftu. Fakat aynı kavramı Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü için kullandığında Saray, demokrasi ile hiçbir bağının olmadığını bir kez daha ortaya koymuş oldu. Bu hatasını bir kez daha tekrarlamasa da “Türk tipi başkanlık sisteminin” Saray’ın lütuflarından ibaret bir sistem olacağını ağızından kaçırmış oldu.
Bunlar yetmezmiş gibi, iktidar ortağı MHP’den “Biz de İstanbul’dan Ankara’ya yürürsek ne olacak?” tehdidi geldi.
Son klasik askeri darbenin üzerinden 37 yıl geçmesine rağmen “demokrasi” ve “haklar” konusunda o günlerden bir santim ileriye gidilmediği ortaya çıkıyor. Konu hala lütuf ve tehditler arasında sıkışıp kalıyor. Dönem çok ilginç, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerini aratan günlerden geçiliyor. Yaşadığımız günlerin çok önemli bir kavşak noktası olduğu saflaşmaların taraflarınca iyi biliniyor. Saray hala Gezi isyanı ve 7 Haziran seçiminin yarattığı kabusla yatıp kalkıyor. Cemaat’in inanılmaz boyutlarda abartılması hep bu kabustan kurtulmak için yapılıyor.
Saray, sonuçları tartışmalı referandumla bu kabustan kurtulmak için bir adım atmış olsa da henüz hedefinden oldukça uzaktadır. Ülkenin önünde hala iki yol vardır: Birisi “Türk tipi başkanlık sistemi” ile Saray’ın lütuflarına bağlı bir düzen; diğeri Gezi İsyanı ve 7 Haziran başarısının yolundan demokrasi mücadelesinin yükseltilmesidir. Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ile ülkenin hala bu kavşak noktasında olduğu anlaşıldı.
Neden bu ülkede Tanzimat Fermanı’ndan beri yüz elli yıldan fazla zamandır demokrasiye doğru mehter adımlarıyla yürünüyor? Hep bu lütuflar yüzünden! Yukarıdakiler lütfettiklerini bir zaman gelince geri alıyorlar. Tanzimat Fermanı’ndan sonra Abdülhamit’in otuz yılı aşkın OHAL dönemi geldi.
Cumhuriyetle birlikte bu tablo fazla değişmedi. Cumhuriyet geldi, ancak bu topraklara hürriyet ya da demokrasi bir türlü gelemedi. Tek Parti döneminin yeterince yıpranmasının ardından ve önemli ölçüde de “dış güçlerin” baskısıyla demokrasi denemesine geçildi. Ancak Menderes ve DP, çoğunluk oylarına o kadar güvendiler ki, hürriyet nutuklarıyla geldikleri iktidarlarının ikinci döneminde hürriyetleri yasaklamaya başladılar. Hatta bu yasaklama fırtınasında sıra sendikalardan sonra CHP’ye gelip dayanmıştı. O zaman hürriyeti lütfedenler, onu bir darbe ile DP’nin elinden aldılar.
Aslında 27 Mayıs darbesiyle yeni bir demokrasi denemesi başladı. Ancak bu deneme ordunun ve karma ekonominin kontrolünde yürüyecekti. Bu yeni özgürlükleri kitleler yine ciddiye aldı, başta sendikalar olmak üzere yaygın halk örgütlenmeleri ortaya çıktı. Cumhuriyet tarihinin en yaygın işçi, öğrenci ve köylü hareketlerinin yaşandığı bir dönem başladı. Bu gidiş özgürlükleri lütfedenlerin canını fazlasıyla sıktı. 12 Mart askeri darbesini savunan generallerin gerekçesi çok öğreticiydi: “Toplumsal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmişti.” Askeri darbe bu nedenle “toplumsal gelişmeye” ayar vermekle görevliydi. Fakat 12 Mart darbesi bu görevini yerine getiremedi. Darbe günleri biter bitmez halk hareketi yeniden hızla yükseldi. Böylece “toplumsal gelişme ekonomik gelişmenin” iyice önüne geçti.
12 Eylül bu “dengesizliği” düzeltmek için büyük zulümler uyguladı. Toplumsal gelişim geriye çekildi. Siyaset yapma ve örgütlenme özgürlüğü en önemli darbeyi yedi. Özgürlükleri lütfedenler 1960 darbesinden beri yaşanan bütün gelişmeleri geri aldılar. Üstelik bir daha özgürlük ve demokrasi düşüncesi güçlenmesin diye siyasal İslam’ın yolunu açtılar. Sadece zor yetmiyordu, beyinler de kuşatılmalıydı.
1960’lar sonrası işlemeye başlayan darbe denklemi Ordu+TÜSİAD üzerinden yürümüştür. 12 Eylül bu denklemin en güçlü uygulaması oldu. Bu gerçeklikten dolayı bu ülkede askeri darbelerle birlikte faşizmin inşası hep Ordu+TÜSİAD ikilisinin yakın iş birliği ile yürüdüğü için faşizmin sahipleri bu güçler olarak görüldü. Bu tespit bütünüyle yanlış da değildi.
12 Eylül’den Özal’ın kazandığı seçimlerle biçimsel olarak çıkılmasına rağmen esasında hiç çıkılamadı. Ordu daha önceleri olduğu gibi kışlaya dönmedi. MGK her gün politikanın içinde oldu. Özgürlükleri lütfedenler, 12 Eylül sonrası özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi etkili bir şekilde yükseldiği için bir daha böyle lütufta bulunmadılar. “Terörle mücadele” kabusu her şeyin üzerine çöktü. 1980 sonrası otuz yıl böyle geçti. Fakat bu otuz yıl Ordu+TÜSİAD ittifakını çürüttü.
İki binlerin başında AKP “ileri demokrasi” ve “hukukun üstünlüğü” parolaları ile iktidara gelip ve bir müddet sonra Ordu+TÜSİAD denklemi işlemez hale gelince bu farklılığı demokrasi lehinde yorumlayanlar oldu. Hele Kürt sorunu için “çözüm süreci” başlayınca ülkenin uzun yıllar mahkum olduğu alın yazısının köklü bir değişimin eşiğinde olduğu sanıldı. Ancak lütuf anlayışı, bu yüzlerce yıllık kireçlenmiş anlayış bu süreçte de işlemeye başlamıştı. Siyasal İslam kendi iktidarını sağlamlaştırıncaya kadar özgürlükleri kısmen lütfetmişti. Fakat ne zaman Gezi İsyanı ve 7 Haziran seçim başarısı yaşandı, Ordu+TÜSİAD denklemi değişse de “devletin bekası” tehlike altında olduğu için lütuflar geri alındı.
İçinde bulunduğumuz günlerin öncekilerden bazı önemli farkları vardır. 1950’lerden beri gelen egemenlik sistemi iki binli yıllarda eskimişti. AKP iktidarı yeni bir egemenlik sistemi kurmak için on beş yıldır uğraşıyor. Ancak hala yeni bir egemenlik sistemi oluşturamadı. Tam tersine eski yapı tarikat savaşları ile iyice bozulunca geriye Saray’ın keyfi yönetimi kaldı. Şu sıralarda her şey Saray’ın emrindeymiş gibi görünse de henüz kurumlaşmış bir egemenlik sistemi oluşmamıştır. Bu gerçeklikten dolayı her geçen gün keyfilik hem toplumsal kanallarda hem de devlet kurumlarında yayılmaktadır.
Bu gerçekliğin arkasında cumhuriyet döneminde ilk kez gerçekleşen sivil darbe yatıyor. Bu sivil darbe 7 Haziran seçim sonuçlarından sonra Saray tarafından başlatıldı ve “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz darbesinden sonra OHAL ile yapısal hale geldi. Bu süreçte büyük bir yalan sahnelendi. 15 Temmuz sözde darbesine karşı örgütlenmiş lümpen kalabalıklar demokrasi savunucusu olarak sunuldu. Ancak bu kalabalıklar Saray’ın keyfiliklerine karşı hiçbir zaman demokrasi için sokağa çıkmadılar. “FETÖ” ve “PKK terörü” ile bilinçleri dondurulan bu kitlelerin demokrasi ve haklar umurlarında değildi; onlar için “Reis”in emirleri tek gerçeklikti.
Geniş kitlelerin alışkanlık ve bilinçlerinden yukarıdan lütuf bekleme silinmedikçe bu topraklarda demokrasiye gidiş hep mehter adımlarıyla olacaktır. Yaşadığımız günler bu yolda fırsatların yakalanabileceği bir dönemdir. Geniş yığınlar yüz yılların alışkanlığı ile yukarıdan, kendi dışından beklentiye kapılma alışkanlıklarının kırılmalara uğrayacağı günlerden geçiyor. Kendi örgüt gücüyle hiçbir lütfa gerek duymadan adım atabilmenin olanaklarının arttığı bir dönemin içine giriliyor. Cumhuriyetin bildik denge ve denklemleri büyük değişime uğradı. Onların yerine siyasal İslam’ın renkleriyle boyanmış yenilerinin geçirilmesi kolay bir adım değildir.
Saray, “Türk tipi başkanlık sistemi” ile bütün gücüyle bu yolda ilerlemeye çalışıyor. Yarattığı korku ve dehşet havasıyla bilinçleri dondurdu, davranışları kısmen felç etti. Ancak bu dehşet günlerinin etkileri zayıflıyor. Hileli referandum sonuçları öfkeyi yükseltti; iki genç öğretim görevlisinin açlık grevi bir dönüm noktasının işaretini veriyor. Kılıçdaroğlu’nun İstanbul yürüyüşü, CHP’nin kendini aşma çabası olarak yorumlanabilir.
“Devletin bekasının” ve yukarıdan lütufların bilinç ve davranışları felç ettiği uzun dönemi geride bırakmanın zamanı çoktandır geldi. Saray eski dengeleri bozarken ondan da kötü yeni bir vesayet sistemi kurma yoluna çıkınca düzenin bütün güç ve değerler sistemi yerinden oynadı. Bu dönem demokrasi güçlerinin kararlı adımlar atma zamanıdır. Lütuf düzeninin güçlü bir demokrasi cephesiyle kırılabileceği günlerdeyiz. Bunun sadece bir İstanbul yürüyüşü ile başarılamayacağı açıktır. Böyle günlerde her adımın bir anlamı ve önemi vardır.
Demokrasi güçlerini büyütme ve lütfedenlerin etki alanını daraltma günlerinden geçiliyor. Yüz yıllık alın yazısının kırılma zamanı; zor, sancılı ancak kaçınılmazdır.
[button link=”http://www.sodap.org/mehmet-yilmazer-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]