Türkiye’de Haziran seçimleri öncesinde halka “en önemli toplumsal sorun nedir?” diye sorulduğunda bütün anketlerde “ekonomi eksenli sorunlar” ön plana çıkıyor. İşsizlik, güvencesizlik ve kriz beklentisi genelde sorun olarak algılanan temel başlıkları oluşturuyor.
AKP, ekonomi alanında başarılı olduğuna dair bir imajı güçlü bir şekilde destekliyor. Oysa gerçekler bu imaja uymuyor. 2002-2008 yılları arasındaki görece yüksek büyüme oranları, 2008 krizi sonrasında Cumhuriyet tarihinin savaş sonrası en ciddi küçülmesi sonrasında 90 yılın ortalamasına oturdu. AKP, döneminde ekonomi cumhuriyet tarihi ortalaması kadar büyümüş durumda. Bu da yaklaşık %4.5’e tekabül ediyor. “Bu dönemde Türkiye reel bazda yüzde 40 büyümesine (ve benzeri gelişmekte olan ekonomilerden daha kötü performans sergilemesine) karşın, ucuzlamış olan dolar bazında sanki üç misli büyüme gösteren sahte bir yanılsama yaratmış, bu da bir mucize öyküsü olarak sunulmuştur.” Erinç Yeldan, “Faiz Savaşı Siyasallaşırken”, İktisat ve Toplum, Şubat 2015.
Türkiye’nin bu büyüme performansı sonrasında ülkenin dünyadaki toplam GSMH’den aldığı payda bir değişiklik ortaya çıkmamıştır. 1987’de %1.41 olan oran 2014’te de aynı. Örneğin Çin’in oranı aynı dönemde %3.83’ten %16.48’e %330 artmış. Hindistan %93, Vietnam %118, Güney Kore %53, Endonezya %33 artış sağlamış. Türkiye ekonomisinin benzerlerine göre büyümediği ortada.
Türkiye’nin dünyanın en büyük 17. Ekonomisi olması meselesi de AKP tarafından büyük bir başarı gibi lanse ediliyordu. Oysa Türkiye 1980’de dünyanın 16. Büyük ekonomisi idi. 2014 yılında ise 17. ten 19. luğa geriledi.
Küresel rol açısından Erdoğan’ın Türkiye’sinin lig atladığına dair bir sonuç olmadığı ortada. Hatta özellikle Amerikan Merkez Bankası FED’in fazi artırımı planlarının yoğun olarak tartışıldığı son iki yılda Türkiye dünyanın en kırılgan ekonomileri arasında görülüyor. Bu kırılganlığın sonuçlarını geçtiğimiz iki ayda dolar kurunun yükselişi olarak belirgin bir biçimde yaşıyoruz. Son üç ayda Türk lirası %15. 43 oranında değer kaybetmiş. Bu azalma Brezilya ve Rusya’dakine denk seviyede. Bilindiği gibi Rusya ciddi bir uluslar arası ambargo ile karşı karşıya, petrol fiyatlarındaki düşüşten de ciddi anlamda olumsuz etkileniyor. Türkiye Batı ile neredeyse savaş halinde olan bir ülke kadar ulusal parasının değer kaybettiği bir dönemden geçiyor.
Türkiye ekonomisi 2008 küresel krizi sonrasında iç talebin arttırılmasına dönük bir büyüme kalıbı yaratmaya çalıştı. İnşaat sektörünün teşviği, yaratılan kentsel rantlara dayalı bir ilkel sermaye mantığı dışarıdan sağlanan ucuz fonlarla finanse edilen kredilerle şişirilen iç talep üçgenine dayalı bir birikim modeli üretildi. AKP döneminin en belirgin özelliklerinden birisi de hane halkı borçluluk seviyesinin olağanüstü yükselmesi. Türkiye’de ortalama bir ailenin borcu 2002’de gelirinin %7.5’i kadar iken bu oran bugünlerde %55’lere kadar yükselmiş durumda. Uygulanan ekonomi politikasına borçlandırmaya dayalı bir Keynesçilik gözüyle bakabiliriz. Dış pazarların daraldığı bir dönemde ihracatçı ülkeler iç taleplerini arttırarak ihracatı ikame etmeye çalışıyorlar. Çin gibi tasarruf oranları yüksek olan ülkeler bu politikaya hızla uyum sağlayabiliyor. Fakat bizim gibi yabancı fonların girişine bağımlı olan ülkelerde bu yaklaşım kırılganlığı daha da arttırıyor. İhracatın hala temel rekabet olanağı görece ucuz işgücünden kaynaklandığı için reel ücretler üzerindeki basınç devam ediyor. AKP döneminde ekonomi ortalama yıllık %4.4 büyürken reel ücretler özel sektörde sadece yıllık ortalama %0.1 artmış, asgari ücret artışı ise %2.9’da kalmış. Ücretleri reel olarak artmayan insanların daha çok tüketmesi ise borçlanma ile mümkün.
Dolayısıyla Erdoğan seçimlere kadar ekonomi verilerinin düzgün ilerlemesi için faizlerin daha da düşmesini istiyor. Fakat tüketimi fonlamak için dış kaynaklara muhtaç olan bir ülkede, gelecek gelirlerinin tehdit altında olduğunu düşünen spekülatif yatırımlar daha karlı olduğunu düşündükleri ülkelere doğru yola çıkıyorlar. Türk parasından dolara geçtikleri için de dolar pahalanıyor. Erdoğan yaratmak istediğinin tam tersi bir etkiye yol açmış oluyor.
Türkiye AKP’li yıllarda yabancı sermayeye sürekli olarak yüksek faiz getirisi sağlamaya devam etti. “Hesaplamalardan Türkiye’nin uluslararası finans spekülatörlerine yıllık ortalama olarak %20-%50 civarında bir getiri sunduğu anlaşılıyor” Yeldan, a.g.e. Erdoğan’ın faiz lobisinin baş destekçisi olduğu da burada mutlaka not edilmeli, sürekli yabancı sermaye girişine muhtaç bir ülkenin bundan başka bir alternatifi de yok. Kapitalizm zaten Erdoğan’ın da içinde olduğu bir yağma lobisi düzeninin bilimsel adı sadece. Ücretlerde reel artışlara, gelir dağılımında gerçek düzeltmelere dayanmayan bir iç talep modelinin düşük gelirli orta sınıfı, borçla şişirip patlatmaya doğru bir rotaya oturması kaçınılmaz. Bu kadar fazla sayıda insanın gelecek gelirlerini ipotek altına alarak sürüklediği iç talep gelecek gelirlerinin elde edilemediği (işsizliğin yükselmesi, art arda iflaslar) durumlarda ne büyük sosyal bir yıkıma yol açtığını Yunanistan’dan izleyebiliyoruz.
Erdoğan’ın uluslar arası sistem nezdinde giderek bir kriz faktörü olarak görülmeye başlandığı, Davutoğlu’nun son ABD gezisinde görüldüğü gibi etkisiz eleman olarak algılandığı, politik krizin ekonomik etkilerinin daha belirgin bir biçimde yaşanmaya başlandığı bir döneme giriyoruz. Babacan’ın pozisyonunun sarsılması, Merkez Bankası’na yapılan salvolar finans kapital AKP arasındaki bağları daha da geriyor.
“İş Bankası’nın İslam bankası yapılması” tartışması bu gerilimin sıçrayacağı yeni hesaplaşmanın prelüdü olabilir. Erdoğan başkan olursa sermaye yapısında değişiklik yapmak isteyeceğinin işaretlerini verdiriyor. Etrafında giderek zayıflayan politik bloğu, finans kapitalin “devlet eliyle biriktirtilmiş” servetiyle iştahlandırmaya çalışıyor.
Faiz lobisi diye şeytanlaştırılan bir kesime dönük hamleler “laik burjuvaziyi toptan ortadan kaldırmanın, İslami zenginleri de tamamen kendi cihadi heveslerinin uzantısı kılmanın bir yolunu bulur” (Cihan Tuğal, “Pasif Devrimin intihar aşaması mı?”, Mesele, Şubat 2015 ) mu hep beraber göreceğiz.
Tek politik sermayesine haline dönüşen yoksulların politik desteğini radikalize etmek için daha radikal bir “anti tekelci” söyleme yaslanacak bir Erdoğan’a hazır olalım.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]