Ekonomik krizin giderek daha çok ağırlığını hissettirmesi ile çalışanlar arasında hoşnutsuzluk tırmanırken, sendikaların tepkileri cılız kalmaya devam etmekte. Toplumsal olaylar içindeki etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmiş olan sendikal hareket, daha başlangıcından beri krize ekonomik düzeni sorgulayan bir tavır koyamadılar. Üst düzey yöneticilerin aldıkları “fahiş” ücretleri eleştirmenin ötesine gidemediler.
Oysa gelinen noktada kapitalist üretim biçimini aşmanın gerekliliği “kör göze mertek” dercesine kendini dayatmaktaydı. Adına “yeni liberal” denilen düzende, sermaye sahipleri, üretim yapmak, üretim tekniklerini geliştirmek gibi “zor işlere” girmektense, paradan para kazanma gibi kolay yolları tercih ediyorlardı. Bir anlamda, sermaye üretim sürecinden kopmuştu. Üretim yapılan işyerlerinde gerekli olan sermaye, bizzat sermayedarlar tarafından değil, kredi kurumları aracılığı ile sağlanmaktaydı; fabrikası, binası, makinalar kiralık veya ödünç alınmıştı. Sermaye sınıfının yerine de üst düzey yöneticileri alınmıştı, adeta kapitalistsiz bir üretim biçimi ortaya çıkmıştı.
Kriz patlak verince bu durum daha da netçe ortaya çıktı. İflas eden, kapanan işyerlerinin hemen hemen tamamı kredi kurumlarına aitti; fabrikası iflas eden bir kapitalist pek görülmüyordu. Otomobil devi GM iflasını isterken alacaklıları tek tek kişiler değil, özel emeklilik sigortası, bankalar gibi kurumlardı.
Başka bir deyişle, sermaye sahipleri üretim yapmak yerine sermayelerini küreselleşme denen büyük kumarhanelerde “çalıştırıyorlardı.” O zaman üretimi kim yönetecekti? Elbette “üst düzey yöneticiler.” Nitekim son on yıla damgasını vuran onlar oldu.
Üst düzey yöneticiler?
Üretimi yönetmede bu yöneticilerle kapitalistler arasında çok önemli farklar vardı. Her şeyden önce onlar “aylıkçı” (veya yıllıkçı) olduklarından kısa süreli düşünmek zorundaydılar. İşyerleri kendi “malları” olmadığından uzun veya yakın gelecek onları pek ilgilendirmiyordu. Varsa yoksa bugündü, onlar da modanın izinden “post modern” idiler. (yoksa tersi mi?) İşleri güçleri yönetimini üstlendikleri işyerlerini “kar eder hale” getirmekti. Kazançları da ona göre belirleniyordu. Sonrası? Sonrasını soranlar da “dinozor” olmaktaydı.
Ancak bu kumarhane şaklabanlığı fazla sürmedi, süremedi. Bir yandan paradan para kazanma sistemi (kumarhane) paldır küldür çöktü. Çünkü “yoktan var etme bir tek yaratana mahsustu.” Üst düzeyin seviyesi de görüldü ki şaklabanlıkların üstünde değildi.
Kim yönetecek?
O zaman kim yönetecekti bu üretimi? Kapitalistler yeniden bu işe soyunurlar mı, üst düzey yöneticiler “düzeylerini yükseltirler” mi sorularına cevap aramak bizlerin işi olmasa gerek; biliyoruz, üretenler yönetebilir de. Şimdi artık bunun önünü açmak gerekli. Yolun üstündeki ilk “moloz”sa kim için, nasıl üretim sorularına verilmeyen, verilemeyen cevaptır. Yönetim işinin tek adayı hala bu sorulara cevap arıyor. Burada genel söylemleri bir yana bırakarak somut bir cevap aramayı başlatmak istiyorum.
Esas olarak bakıldığında sorunun cevapları pek uzakta da sayılmaz. Nasıl üretim yapılacağı sorusuna verilecek cevabın bir bölümünü zaten örneğin çevreciler özetlemişler, “çevreye zarar vermeyen bir üretim şekli.” Benzerlerini çoğaltmak mümkün. Ancak bütün bunlar adeta baş aşağı durmakta. Konu, “çevreyi korumak için üretime başka bir şekil verilmesi gerekli” gibi konulmakta. Oysa sorun, “üretim yapmak için çevreyi kollamak” olarak algılanmak zorunda.
Ne için üretim?
Aslında sorunun esas olarak “kimin, hangi ihtiyaçları için üretim yapılmalı” şeklinde sorulması cevabı bulmayı kolaylaştıracaktır. Mevcut ekonomik sistem insanların ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yaptığını söylüyor. Doğrudur ama bu “ihtiyaçlar” nereden çıkmakta? Eğer insanların en çok ihtiyaç duyduğu “malların” üretilmesi en çok kar getirenler olsaydı sorun kolaydı. Ama insanın en çok ihtiyaç duyduğu “hava”dan henüz kar etmemiş bu sistem, “su”dan deseniz kar etmesine etti ama bu da henüz “devede kulak.” Oysa insanın en az ihtiyaç duyduğu “mallar” neredeyse en çok kar getirenler, en karlı üretim alanı hala “silah üretimi.”
Tüketim toplumu kavramı da buradan kaynaklanır; yapılan üretim en “çok ihtiyaç duyulan” değil, “en çok kar getiren”dir. O zaman geriye, insanları (“tüketiciyi”) bu üretilen “mala” ne kadar çok ihtiyacını anlatmak kalır. (Reklamlar!) Oysa tüketilen, insanın gerçekten ihtiyacı değildir, üretimini isteyen sermaye sahiplerine en çok kar getirendir. Yola çıkarken bu ilk noktayı sabitlemek gerekli; insanların gerçek ihtiyaçlarını bir manipülasyona meydan vermeden tespit etmek.
Öte yandan 70 yıllık sosyalizm deneyi, üretimin bir tek merkezi planlama ile yürümediğini de gösterdi. Bu anlamda elimizde hazır reçetemiz yok. Ancak bugüne kadarki kapitalizm deneyleri konunun kendi başına bırakılmayacak kadar önemli olduğunu göstermekte. Sorun kapitalizm aşıldıktan sonraya bırakılmayacak kadar da yakıcı. Biraz da sınıfsız demokrasi anlayışının temel taşlarında biri olma karakteri taşımakta.
İlerlemeci Mantık
Ütopik sosyalistlerden Lenin’e kadar geleceğin toplum modelini kurgulayanlarda yaygın olan düşünce, “tekniğin gelişiminin sosyalizmin kuruluşunu kolaylaştıracağı”dır. Nitekim Lenin, Rusya’da sosyalizmin kurulması için ilk adımlardan biri olarak “elektrifikasyonu,” yani “ülkenin her yanına elektrik götürülmesini” görür. O günün şartlarında bunun yanlış olduğunu öne sürmek oldukça zordur, belli ön kabuller yapıldıktan sonra bunun tartışılmaz olduğunu da unutmamak gerekir.
Günümüzde ise teknolojiye ilişkin ilerlemeci mantığın boydan boya eleştirisi gündemdedir. Çünkü “hangi ihtiyaçlar için üretim yapılacak” sorusunun bir sonrası “hangi teknoloji ile üretim yapılmalı” sorusudur. Üstelik her iki sorunun iç içe olduğu, bir soruya verilen cevabın diğer soruyu da belirlediği adeta unutulmakta. Oysa üretici güçler arasındaki -Kıvılcımlı’nın deyimi ile- “yaman diyalektik,” her zaman kendini unutanlarda hesap sormuştur.
Gene Kıvılcımlı’nın deyişi ile modern kapitalizmde gelişmenin motoru olan üretici güçlerden teknik başını alıp gitmiş, insan, coğrafya, gelenek adeta yok derecesine inmiştir. Ama yok sayılanlar, sıraları geldiğinde kendilerin yok sayanlardan hesap sormaktadırlar. Bundan sonraki bölümde sormaya başladığımız soruya somut cevap vermek için öncelikle “teknik üretici güç”le kısa bir “hesaplaşmaya” girişeceğiz. Bu hesaplaşma bize ilk somut cevaplar verme yolunu açacaktır.