Yeni Dalga Operasyonlara Nasıl Bakmalıyız?
M. Sinan Mert
4 Mart 2010
Ordu /AKP hesaplaşmasında süreç neredeyse takip edilemeyecek kadar hızlandı. Bir yerlerden düğmeye basılmış gibi ardı ardına gelişmeler yaşanmaya başlandı. AKP’nin iktidar olmasından bu yana zaten hiç düşmeyen gerilim, son operasyonlarla doruğa çıktı. Aslında çok da çıkmadı. Susurluk sürecinde meclis araştırma komisyonuna ifade vermeye gelmeyen, meclisin iradesini tanımayan askerlerin mahkemeye çıkarılması, tutuklanması neredeyse çok sıradanlaştı. Tüm komutanların bir araya gelip toplantı yapması bile öyle büyük bir hadise çıkarmadı. Ulusalcıların her seferinde büyük beklentilere kapılmasına yol açan bu tarz buluşmalar her seferinde boşa çıktı. Başbuğ’un tüm esip gürlemeleri buza yazılan yazılara döndü. Genelkurmay en sonunda Dursun Çiçek’in “kağıt parçası”nın gerçek olduğunu kabul etmek durumunda kaldı.
Oysa Başbuğ, Genelkurmay başkanı olduğunda Büyükanıt’ın yerle bir olan karizmasının yerine ordunun tüm bileşenlerini kucaklayacak bir hat inşa etmeye çalışmıştı. Ordu içindeki Ergenekoncu unsurları da bir çerçevede kucaklamayı hedefleyen bir siyasi çizgi izlemeye çalıştı. Kandıra Cezaevi’ndeki tutuklu paşaların ziyaret edilmesini sağlaması ilk icraatlarından biri idi. Eruygurların ve Tolonların, Ersözlerin hastanede tutulması bu sahip çıkmanın bir sonucuydu. AKP de ordu içi tasfiyenin Genelkurmay tarafından kontrollü bir şekilde başarılmasını kabul etmiş görünüyordu.
Fakat Taraf’ta yayınlanan İrtica ile Mücadele Programı, Ergenekon uzantılarının ve cuntaların ordu içinde hala aktif olduğunu, Genelkurmay karargâhının bu unsurları denetleyemediğini ortaya koydu. Dolayısıyla hesaplaşma yeni bir boyuta sıçradı. Planın özellikle Gülen cemaatini hedef alan bir içeriğe sahip olması hesaplaşmanın şiddetlenmesini tetikledi. Genelkurmay bu planın hazırlayıcılarının tasfiyesinde ayak sürüyünce bu sefer Balyoz planı, ne tesadüf ki yine Taraf üzerinden ortama servis edildi. Ordunun kendi toplumuna karşı sırf iktidarını sağlamlaştırabilmek için ne gibi gaddarlıklara soyunabileceklerini bir kez daha hepimize hatırlatan bu plana karşı da “asimetrik savaş, vicdansızlar” edebiyatına sığınan Genelkurmay’ın direnci iyice kırılmış durumdaydı. Başbuğ’un dramatik basın açıklaması da gidişatın yönünü değiştiremedi. Savcı Cihaner’in ve Balyoz planında adı geçen kuvvet komutanlarının gözaltına alınmaları ile askerin tüm gardı düşürülmüş oldu.
Askerin siyaseten bu kadar zayıfladığı bir moment Türkiye Cumhuriyeti tarihinde belki de ilk kez yaşanıyor. Şimdi aslında bu koşulların ortaya çıkmasına yol açan değişimlerin ne olduğuna bir bakmak gerekiyor.
Gerçekten de bu tablonun ortaya çıkmasında en önemli etkenlerden bir tanesi Türkiye’nin egemen sınıf profilinin önemli oranda değişmesi. Geleneksel Anadolu sermayesinin 1980’lerden itibaren hızlıca palazlanarak finans kapital seviyesine sıçraması Türkiye’nin geleneksel egemen sınıf bloğunda bir dönüşüme yol açtı. Finans kapital bu yeni katılımla aşılandı, farklı bir cumhuriyet arayışları büyük oranda bu aşılanmadan besleniyor. Bu kesimin ilk önemli kalkışması olarak nitelenebilecek 1994 RP iktidarı döneminin; Koçlar, Sabancılar adına 28 Şubat’ta asker tarafından alaşağı edilmesi bu kesimin zihinsel dünyasında zaten var olan asker antipatisini daha da pekiştirmişti. AKP’nin geleneksel iktidar bloğuna karşı direnebilmek için dış ittifakları olağanüstü önemsemesi bu iktidarı kaybedebilme tedirginliğinden kaynaklanmaktaydı. AB-ABD çıpaları, TSK içindeki cuntaların uluslar arası destek bulmasını engelleyerek AKP’yi önemli ölçüde güvenceye aldı.
İkinci önemli etken ise ABD’nin bölge politikalarıdır. Ordu’nun siyasi etkinliğindeki bu erimeyi aslında çuval geçirme olayına kadar götürebiliriz. ABD’nin Irak konusunda ordu ile anlaşmazlığa düşmesi, Türkiye ile ilişkilerin ordu üzerinden yürütülmesinin artık gerekmediği fikrini ABD çevrelerinde benimsetti. ABD için AKP bölgeye önemli bir müdahale aracı rolü oynuyor. Batı ile bütünleşmiş bir İslami iktidar görüntüsü, Siyasal İslam’la başı dertte bir ABD için oldukça önemli bir araç.
Dolayısıyla hem uluslar arası sermayenin hem de yeni semiren finans kapital zümresinin dönemsel politik hedeflerinin askeri, siyasi anlamda geriletmek noktasında ortaklaştığı söylenebilir. Bizler için, her şeye “kadiri mutlak” ordumuzun gücünün böylesi dışsal unsurlardan kaynaklandığını görmek gibi olağanüstü bir tarihsel imkân doğmuş oluyor böylece. Tabii görmek isteyen gözlere…
Genelkurmay karargâhı bu dönüşüme ve yeni rolüne ikna olmuş vaziyette idi zaten. Neo-liberal devletin jandarması rolü ile kendisini sınırlayacak, görece daha profesyonel ve küçük bir ordu. Kürt sorunundaki olası gelişmelerin yönünün ve emperyalizmin değişmesi mümkün politik perspektiflerinin, ordunun bu değişim sürecinin temel parametreleri olacağının altı da bir kez daha çizilmeli. Fakat Genelkurmay, artık bu sürecin gideceği ulaşacağı nokta ile ilgili belirleyici olabilme yeteneğini yitirmiş bir görüntü çizmektedir. Başbuğ’un istemediği buydu. Fakat ordunun içindeki fraksiyonlaşmaya hâkim olamadığı için siyaseten gereksizleşti ve rolünü oynayamayacak duruma düştü.
Şimdi işin biraz daha güncel politik boyutuna girersek “ordunun rolünü yitirmesi noktasında nasıl düşünmeliyiz?” sorusu üzerinde kısmen durmalıyız. Orduyu zamanında çok önemli bir politik unsur haline getiren güçler bugün arkasından çekilerek onu güçsüzleştiriyorlar. Bizim bu duruma karalar bağlayacak halimiz yok. Ordu vesayetinin ortadan kalkması işimizi ne çok zorlaştırıyor ne de çok kolaylaştırıyor. Fakat düzen içi gerilimlerin eksilmesi son kertede bizler için bir avantaj yaratabilir. Eğer askerin siyaseten önderlik ettiği kesimlerin bir kısmını yeniden emek mücadelesine kazanabilirsek bu önemli bir kazanım olacaktır.
AKP’nin ülkeyi demokratikleştirmesi meselesini ise tartışmaya bile gerek yok. Sözüm ona Batı’da atanmışlara karşı seçilmişlerin mücadelesini yürüten AKP, doğu’da tam bir darbe gerçekleştirerek 1500’e yakın BDP’liyi içeriye tıkmaktan çekinmiyor. Anayasa değişiklikleri gündeme getirilirken %10 barajının hiçbir şekilde değiştirilmeyeceği söyleniyor. Üniversiteler soruşturmalardan geçilmiyor. Devrimci çıkış girişimlerine tüm güçle yükleniliyor. Ezilenlerin mücadelelerine belli bir noktayı aştıkları anda en klasik zorbalıklarla yükleniliyor. Yoksullaştırma, işsizleştirme, güvencesizleştirme tüm hızıyla devam ediyor. Böylesi bir tablo demokratikleşme ise biz demokratikleşmek istemiyoruz.
Son söz olarak bu moment sosyalist harekete öne çıkma korusunda yeni bir zemin sağlıyor. AKP’ye karşı doğru muhalefet çizgisinin güçlenmesi için alan temizleniyor. Bu operasyonlar ulusalcı kesimi daha da zayıflatacaktır. AKP’nin temsil ettiği soygun düzeniyle mücadeleyi yükseltmek için Tekel işçilerinin açtığı yoldan yürümek iradesini kararlı bir biçimde gösterebilirsek çok daha hızlı büyümenin zeminlerini yakalayabileceğiz.