Yarısı uçurumdan aşağı sarkmış; karaya tutunması pamuk ipliğine, düşüp düşmeyeceği tesadüflere bağlı bir arabaya dönüşen bir Türkiye’de yaşıyoruz. Siyasal İslam’ın 14 yıllık iktidarı, ama özellikle de 2010 referandumu sonrası başlayan ve Arap Baharı’nın yanlış okunması ile hız kazanan politik çizgi Erdoğan’ın kendi deyimiyle “devleti sıfırdan kurma” zorunluluğunu dayatan büyük çöküşü ortaya çıkardı.
“FETÖ tehdidi” şu anda geniş bir politik rıza üretim mekanizmasının temel yakıtı olmaya doğru ilerliyor. Yanlış anlaşılmasın, cemaatin özellikle AKP iktidarıyla birlikte devletin esası, özü olmaya doğru önemli bir hamle yaptığını ve bu noktada önemli mevziler edindiğini çok daha iyi görebiliyoruz. Ancak şu anda kamuoyu bilincini şekillendirmeye çalışan aktörler kısa vadede ellerinde daha güçlü bir ortaklaştırıcı politik argüman olmadığının farkındalar ve TV’lerde sergilenen çeşitli itiraf ayinleriyle cemaati; sürecin bütününün anlaşılmasını imkansız kılacak, yeni ittifak içinde buluşmaya gayret eden aktörleri “ak”layacak bir aparat haline getirmeye çalışıyorlar. İşlerin bu hale gelmesine yol açan ve hırslarıyla politik atmosferi tam anlamıyla zehirleyen ve 7 Haziran’dan sonra oluşan demokratikleşme olanağını ülkeyi bir katliamlar cehennemine çevirerek engelleyen esas politik aktör, “başkomutan” ve büyük bir kurtarıcı olarak yeniden kendisini esas eksen olarak kurmaya çalışıyor. Toplumsal hafıza bir kez daha arsızca resetlenmek isteniyor. CHP’nin tabanından Yenikapı’ya gitmesini eleştirenler bunu hissedenlerdir ve bu hissedişe sahip olanlarla organik bağ kurulabilmesi Türkiye sosyalist hareketinin geleceği açısından temel önemdedir. Önümüzdeki günlerde gözümüzü dikmemiz gereken en önemli çatlaklardan bir tanesi budur.
Hiç kuşku yok ki diğer önemli bir çatlak Saray/hükümet ile Batı arasında gözlediğimiz gerilimden kaynaklanandır. Özellikle Obama’nın başkanlığı devam ettiği müddetçe bu gerilim azalmayacak gibi görülüyor. Kıvrak dönüşleri içerideki politik aktörleri sağa sola yatırmaya yetiyor ama Erdoğan’ın benzer bir yaklaşımla uluslar arası ittifak geliştirme çabaları kendisine ve topluma çok büyük bedeller ödetecek sonuçlar yaratıyor. Bir yandan Putin’le görüşmeye hazırlanıp, Rusya ile ilgili iltifat üstüne iltifat üretirken bir diğer yandan da Halep’te cihatçılarla abluka kırmaya çalışma halleri Erdoğan’ın dış politika mantığında bir değişiklik yapma noktasında olmadığını gösteriyor. Kendi gücünü ve vazgeçilmezliğinin seviyesini tartamamak dış politikada yapılabilecek en büyük hataların kaynağı olmaya devam edeceğinin işareti olarak alınabilir. Batı’nın Türkiye’yi destabilize etme çabaları yoğunlaşırsa sosyalistlerin buna karşı kendi dilleriyle bir tepki üretmesi zorunludur. Hükümetin eleştirilerin odağında olması bu emperyalist tutumun ıskalanmasına sebep olmamalıdır. Geniş yığınlara bedel ödetmeye dönük emperyalist hamlelere karşı bir politik tutuma acilen ihtiyaç vardır.
Kürt Hareketi’nin bu çatlaktan yararlanmaya çalışırken ne seviyede bir saldırı anlayışı geliştireceği de özellikle Türkiyelileşme siyasetinin geleceği açısından belirleyici olacaktır. Ancak Yenikapı konseptinin bugün her ne kadar anti-Cemaat gibi görünse de aslında anti-Kürt olduğu giderek daha da belirginlik kazanırsa, ki gidişat büyük oranda öyledir, o zaman da perşembenin gelişi çarşambadan belli olmuştur denebilir. Yenikapı Konsepti’nin bütün birlik edebiyatına rağmen aslında ne kadar büyük bir destabilizasyon potansiyeli içerdiği, Kürt Sorunu’na şahin yaklaşımın ve savaşta ısrarın arabayı büyük bir hızla uçurumdan düşürecek temel politik çizgi olduğu hala görünmez kılınmaya çalışılmaktadır. Geçerken not etmekte yarar var, işler bu noktadayken Kandil’den bir kez daha “AKP ile koalisyon yapmayız diyerek HDP tarihi fırsatı kaçırdı” eleştirisinin yenilenmesi de 7 Haziran sonrası sürecin dinamiklerinin kavranmadığını ortaya koymak dışında bir anlam üretmiyor, ki tarihi gerçekle de %100 uyuşmuyor.
Büyük bir toplumsal uzlaşma talebi geniş kesimler için sahici bir taleptir, fakat politik aktörler bunu istismar etmekte, ortaya konan dışlayıcı çerçevelerle uzlaşma imkansız hale getirilmektedir. Kültürel fay hatlarındaki gerilimin boşaltılması anlamında bir toplumsal uzlaşma, ulus kavramsallaştırmasının anti demokratik içeriğinden dolayı uluslaşma sürecini bir türlü tamamlayamamış bir toplum için çok önemli demokratikleşme olanakları yaratabilir. Fakat bu yoldan yürünmesi merkezinde sosyalist/enternasyonalist güçlü bir sınıf hareketinin bir demokrasi bloku yaratabilmesi ile ancak mümkün olabilir. Zaten bütün değerlendirmelerin gelip bir noktada tıkanması bu motor gücün büyük oranda Erdoğan’ın İslamcı hegemonyası altında bulunuyor olmasındandır. Dolayısıyla bu hegemonyayı kırmaya ve emekçilerle her ne pahasına olursa olsun buluşmaya orta vadede kilitlenmeyen bir sosyalist hareketin ülkenin geleceğinde söz sahibi olabilmesi de o ölçüde küçük ihtimalli olacaktır.
Devletin çöküşünün toplum için bir özgürleşme olanağı haline dönüşebilmesi için kendi sesiyle konuşabilen bir sosyalist harekete ihtiyaç vardır. Bugün çok güçlü olamayabiliriz, işlerin makro ölçekte bizlerin istediği gibi gitmeyeceği de bir çok açıdan aşikar olabilir. Ancak bu büyük altüst oluş halindeki topluma muhakkak programımızı ulaştırmak, sesimizi duyurmak zorundayız. Ancak sosyalist bir yoldan bir çıkışın ezilenlere kazandıracağına ikna ettiğimiz her bir kişi bu dönemde muazzam bir kazanım olacaktır.
Sözümüzü ve eylemimizi netleştirmek, keskinleştirmek, yeni bir toplumsal sözleşme çerçevesini çaresizlik içinde umut arayan insanlara ulaştırmak en önemli güncel görevimizdir.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]