Türkiye’nin içinden geçtiği kriz konjonktürü sadece Erdoğan’ın ve Saray danışmanlarının yanlış ekonomik politika ve söylemleri ile açıklanabilir mi? Kapitalist krizleri yanlış politikalarla açıklamak, “piyasalar iyidir ya da en azından nötrdür ama siyaset kötüdür” hikayesi sermayenin sömürü rejiminin kendisini gizlemek için kullandığı en sık kullanılan yalanlardan birisidir. Erdoğan’ın kendi gerçek kapasitesini ve açmazlarını algılayamayarak faizler konusunda küresel sermaye ile bir tür inatlaşmaya girmesi, “Merkez Bankası’nı kendi haline bırak” baskısı karşısında Türkiye’ye döner dönmez Merkez Bankası başkanını AKP Genel Merkezi’ne getirtmesi gibi hamleler kriz sonucunu yoktan var etmedi, sadece hızlandırdı. Türkiye, 2008 krizi sonrası koşullara uygun olarak tasarlanmış bir birikim rejiminin tıkanışının sonuçları ile karşı karşıya. Türkiye kapitalizmi açısından sermaye yetersizliği yapısal bir sorun; 2008 sonrasının küresel piyasalarda sıfır faizli bol para, içeride düşük faiz, inşaat ve tüketim ekonomisi ile canlandırılmış iç talebe dayalı kalkınma modeli sınırlarına dayandı. Devletin yükü kendi üzerine alarak maliye üzerindeki basıncı arttırması ekonominin gidişatı üzerine beklentileri daha da bozunca dolar 4.90’lara kadar dayandı, normal koşullarda 100’ünün yapılması bile olay olacak faiz artışının 300’lük artışı bile azgınlaşan sermaye tanrılarını yeterince sakinleştirmedi.
Düzen içi muhalefet, ekonomik krizin faturasını Erdoğan’ın yanlışları ile açıklama konusunda ısrarlı. Örneğin eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, “Dünyada genel kabul görmüş fikirlere itiraz etmemek lazım” diyerek küresel piyasaların beklentilerine en iyi biz itaat ederiz, demeye getiriyor. 2000’lerin ilk 10 yılında ekonomi yönetiminin “serbest kurullara” bırakılması, ekonominin teknokratlar eliyle yönetilmesi, Merkez Bankası bağımsızlığının asla sorgulanmaması finans kapital egemenliğinin amentüsü haline yükseltilmişti. Bağımsız kurullar, siyasetin ağız tadını kaçıracak müdahalelerine karşı finans kapitalin çıkarlarının güvence altına alınmasını sağlayacak muhkem kaleler olarak tasarlanmış, bunların kararlarına zinhar müdahale edilmemesi de düzen içi tüm aktörlere ezberletilmişti. 2008 krizi sonrasında özelikle Avrupa ülkelerinde neoliberalizmin ilkelerini gereğinden fazla sahiplenerek ve kraldan çok kralcı bir tutum benimseyerek kemer sıkma politikalarını uygulayan sosyal demokratlar sandıklarda yokları oynar hale gelirken bu tür ezberleri öyle veya böyle sorgulayan popülist partiler dünyanın her yerinde halktan aldıkları desteği arttırdı. En son Avrupa’nın 3. büyük ekonomisi İtalya’da popülistlerle faşistler AB’nin ayarlarını zorlayacak işlere kalkışıyorlar. Türkiye’de yaşanan krizde Erdoğan’ı eleştireceğiz diye “finans piyasalarına itaat et, bir dediklerini iki etme” gibi bir muhalefet zemini ortaya çıkarsa bu durum sadece Erdoğan’a kazandırır.
CHP kanadı ise krize çözüm olarak OHAL’i kaldırmaktan söz ediyor. Bu açıklamaya göre ise aslında Türkiye ekonomisinde işleri bozan tek adam rejimi takıntısı ve OHAL. Sanırsınız finansal hareketler denen illet aslında demokrasiye, hukukun üstünlüğüne aşık! Sermaye kaçarak aslında OHAL’e tepkisini ortaya koyuyor. Piyasalar ve demokrasiyi eşitleyen bir burjuva ideolojisinin yansıması olan bu açıklama küresel ekonomin olgusal gerçeklerine ters düşüyor. Dünyanın en yoğun yabancı sermaye çeken Güney/Güneydoğu Asya ülkelerinin önemli bir kısmı Batı’nın demokrasi diye andığı rejimle alakası olmayan siyasi sistemlere sahip. Son 4 yıldır askeri diktatörlükle yönetilen Tayland, büyüme rekorlarına imza atıyor. Muharrem İnce’nin “tek adam rejimi” Venezüella karşısına örnek olarak gösterdiği Güney Kore, sanayi alanındaki gerçek atılımını Park-Chung Hee’nin 17 yıl süren askeri diktatörlüğü sürecinde gerçekleştirdi. Hatta 1987 sonrasında (sermayenin zoruyla değil tam tersine işçi sınıfı başta olmak üzere geniş bir halk cephesinin ölümüne mücadelesiyle) kademeli olarak demokrasiye geçen G. Kore, 1997 yılında tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşadı. Sermaye demokrasinin değil diktatörlüklerin aşığıdır. Erdoğan’ı 2013 sonrasında açık ve belirgin bir biçimde girdiği diktatörleşme yolunda en çok destekleyen de daha çok kar dışında hiçbir önceliği olmayan finansal akımlar olmuştur. Şu anda Türkiye’ye gelmekte tereddüt etmelerinin en önemli sebebi ABD’de faizlerin yükselmeye başlamasıdır.
Bugün sosyalistlere düşen bir yandan Saray faşizminin her ne pahasına olursa olsun iktidara tutunma hamlelerini boşa düşürecek esneklikte bir anti-faşist cephenin parçası olarak hareket ederken bir taraftan da esas hedefinin kapitalizmi aşma ve ezilenlerin iktidarını inşa etme olduğu ufkunu kaybetmemektir. Yaşanan krizin kapitalizmin ve son dönemde uygulanan birikim rejiminin tıkanışı olduğunu görmek, bu noktadan küresel sermayeyi memnun ederek çıkmanın mümkün olamayacağını vurgulamak bu ufku kaybetmeme çabasının önemli bir parçası olmalıdır. Ortada bir kapitalist kriz varsa bunun karşısına ezilenlerin sosyalist programının çıkarılması asla bir lüks olarak algılanmamalıdır. Böylesi bir güncel sosyalist programın temel prensiplerinin neler olabilir?
1- Krizin faturasının emekçilere çıkarılmasını engellemek adına güvence ekonomisinin inşası. İşsizliğin ve güvencesizliğin yarattığı dehşeti aşmak adına temel ihtiyaçların (su, elektrik, doğal gaz, ulaşım, barınma, internet, eğitim, sağlık) toplumsal güvence altına alınması. İşgücünü bir meta olmaktan çıkaracak önlemlerin alınması.
2- Kamu-özel işbirliği yöntemi ile inşa edilerek bir avuç yandaş şirkete milyarlarca dolarlık peşkeşe sebep olacak köprü, tünel, hastane, havaalanının kamulaştırılması. “2009’dan sonra ihale edilen KÖİ projelerinin toplam sözleşme değeri 129,5 milyar dolardır. Kalkınma Bakanlığı’nın verilerine bakılırsa, 2023’e kadar planlanan yeni yatırımların büyüklüğü de 325 milyar dolara ulaşıyor.” ( Bahadır Özgür, İşte Türkiye’yi batıracak tezgah, 28 Mayıs, gazeteduvar)
3- Sürdürülemez cari açığın daha da büyümesinin yapısal olarak engellenmesi için ara mallarında ithal ikamesi politikası ve yurtiçinde üretimin desteklenmesi.
4- Kurumlar vergisinin %20’den ilk aşamada %30’a çıkarılması, artan oranlı vergi sisteminin devreye sokulmasıyla dolaylı vergilerin kademeli olarak düşürülmesi.
5- Batma noktasına gelen özel şirketlerin devlet tarafından üstlenilmemesi ve Kredi Garanti Fonu’nun iptali. Sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi.
6- “Demokratik planlama dün gerekliydi, bugün ise zaruret. Teknolojik gelişmelerin verdiği olanaklarla kapitalizmin ürettiği ekonomik ve ekolojik sorunları aşmak için demokratik planlama ön koşuldur.” (Ümit Akçay, Ali Rıza Güngen, ‘Ekonomik krize alternatif var’, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2018)
Seçimlerin en belirleyici etmeninin ekonomik türbülans olacağını herkes anlamış durumda. Erdoğan’ın Saray’a PÖH karargahı kurdurması, Bahçeli’nin Çakıcı ile sokak çetelerinin düzenlenmesi ile ilgili görüşmesi gibi önemli alametler belirmeye devam ederken ezilenlerin politik temsilcilerinin devrim ufkundan kopmaması 24 Haziran sonrasında yaşanacak gelişmeler açısından belirleyici olacaktır.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]