Temsili demokrasinin en genel ilkesi devleti yönetenlerin bu işi halk adına, onların temsilcileri olarak yaptığıdır. Yöneticiler halkın iradesi doğrultusunda kararlar aldıklarına dair bir meşruiyet perdesi arkasında yürütme faaliyetini sürdürürler. Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde İnce’yi aşağılamak için kullandığı “Biz yönetendik, sen ise yönetilen.” cümlesi ise temsili demokrasinin bu en temel varsayımından değil cumhuriyetçi gelenek öncesi, monarşist bir egemenlik anlayışından besleniyor. Osmanlı’da genel olarak yönetilen sınıflara, özel olarak da tarımla uğraşan nüfusa reaya, yani “güdülenler” adı veriliyordu. “Reaya”nın egemenlik hakkı söz konusu değildi, egemenliğin kaynağı bir iktidar kastı olarak hanedandı. Erdoğan’ın vurguladığı yöneten-yönetilen ast-üst ilişkisi adı cumhuriyet, demokrasi ne olursa olsun temel meşruiyet kaynağı olarak halk egemenliğini kabul eden rejimlerde meşru olamaz. 16 Nisan referandumundaki alavere dalavere ile, OHAL ile, halkın haber alma hakkının önüne çekilen duvarlarla, zorla, baskıyla hayata geçirilmeye çalışılan bu gayri meşru yönetme anlayışıdır. Ancak gelişmeler Erdoğan’ın yöneten tarafta kalmakta oldukça zorlanacağı bir döneme girdiğimizin işaretleri ile dolu. Aşırı özgüvenle, “bunun altından da bir biçimde kalkarız” mantığıyla sürekli yükseltilen ellerle son hız duvara kafa atmalarına az kaldı.
Çok geniş kesimlerde tekinsizlik yaratan en önemli gelişmeler hiç kuşku yok ki ekonomi alanında yaşanmaktadır. Bugün açıklanan enflasyon rakamları birçok açıdan rekorların kırılmakta olduğunu gösteriyor. Üretici fiyatları endeksinin 2003 yılından bu yana ilk kez %20’nin üstüne çıkmış olması oldukça çarpıcı bir işaret. Üretici ve tüketici enflasyonları arasındaki fark ise neredeyse %6 seviyesinde. Zamların seçimler gerekçesiyle önemli oranda ertelendiğine dair bir veri olarak değerlendirilebilir. Türkiye şu anda Arjantin’le birlikte dünya ekonomisinin yeni konjonktürünün en öne çıkan kurbanlarından birisi olarak görülüyor ve küresel finans oligarşisi tarafından yakından takip ediliyor. Bankalar bir yandan büyük sermaye (Ülker, İçdaş, Doğuş vs.) tarafından borçların yeniden yapılandırılması dayatması ile karşı karşıyayken bir yandan Fitch tarafından artan riskler dolayısıyla yakın gözlem altına alınıyorlar. Enflasyonun giderek yükselmesi kısa vadeli sermaye hareketlerinin de Türkiye’ye gelmek için çok daha yüksek faiz talep etmesi anlamına geliyor. Kimi istatistiklere göre milyonlarca konut satış için beklerken faizlerin yükselmesi Saray ekonomisinin ana damarları inşaat şirketleri için kötü haber. İnşaat şirketlerini batmaktan kurtarmak için riskleri devletin üstlenmesi ise zaten bir süredir olumsuz sinyaller veren kamu maliyesi açısından yıkıcı sonuçlar yaratabilir. Kamu maliyesinin daha da sarsılması ise dövizdeki yükselişi hızlandıracaktır. Türkiye’nin bu sarmaldan çıkması kısa vadede kolay değil. Saray işlerin daha da kötüleşmesini geciktirmek için “kur saldırısı dış mihrakların oyunu” edebiyatını bol bol kullanırken bir yandan da finans cehenneminin zebanilerini teskin etmek, kendisini ateşe atmalarına mani olabilmek adına süngüsü düşmüş bir biçimde Şimşek ve Çetinkaya’yı Londra’ya gönderdi. Londra’ya gidenler Saray’ın da onayıyla “Erdoğan’ın burada söylediklerini ciddiye almayın” demek zorunda kaldılar. Kibir, hesapsızlık ve büyük diz çöküş…
Bu sebeple son üç hafta ilginin muhakkak ekonomiden başka yöne çevrilmesi gerekiyor. “Erdoğan kalırsa ekonomi çökecek” algısı oturursa ki bu algının emareleri AKP tabanında da açıkça görülüyor, “dip dalgası” 24 Haziran’da kesin olarak su yüzüne çıkar. Gündem yaratma konusunda ise Kürt sorunu yine en verimli alan olarak görülüyor. Ancak Erdoğan’ın son Diyarbakır konuşmasında boncuk bulmak Abdülkadir Selvi için bile altından kalkılamayacak bir iş. “Kürt sorunu artık kalmadı” diyerek Diyarbakır’da propaganda yapmak “umudum halkta değil sandık görevlilerinde ve YSK’da” demenin bir başka yoludur. Kuzey Irak’ta kimi özel harekat birliklerinin manevraları Kandil’e bir operasyon olarak yansıtılmak isteniyor. Çavuşoğlu-Pompeo zirvesinde, Londra’da ekonomi alanında verilenlere dair kimi siyasi ve jeopolitik tavizler verilmesi olasılığı da karşı tarafın tüm bu olası hamlelere karşı yüreğinin soğuyacağına dair işaret neredeyse yok.
Avrupa’da İspanya hükümetinin düşmesi, İtalya’da yaşanan siyasi karmaşa, ABD ile AB arasında yaşanması muhtemel gümrük savaşları dünyadaki çözülme atmosferini güçlendiriyor. Türkiye 24 Haziran’da yaşanacak sonuç ne olursa olsun daha da derinleşecek siyasi ve ekonomik kriziyle bu çözülme ve dağılma görüntüsünü daha da pekiştirecek. Bu çözülme sürecinin yaratacağı olanakları devrimci bir yükseliş için değerlendirebilmek için devrimci hareketin hem ekonomik krizle hem de kangrenleşecek siyasi krizle halkçı bir seçenek yaratarak yüzleşecek bir plan ve kararlılığa sahip olması gerekecek. Bunun başarabilmenin tek yolu ise zihinlerin gerisindeki işlerin “normalleşeceğine” dair düşünceden en hızlı biçimde kopuşmak.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]