Trump’ın ABD’yi İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekmesi Ortadoğu’da ve Suriye’de İran’ın güçlenen pozisyonunu güvence altına aldığı bir statükonun oluşmasını engellemeye dönük İsrail ve Suudi Arabistan destekli bir hamle. Bu hamlenin suyu ne ölçüde bulandıracağını göreceğiz ancak en son Suriye saldırısında dağın fare doğurması ve Avrupalı müttefiklerin ABD’nin kararına mesafeli yaklaşmalarına bakılırsa etkilerin ne kadar derinlikli olabileceği konusunda tereddütleri normal karşılamalıyız. Ancak bu kararın her durumda, en iyi ihtimalle istikrarsızlaşmanın devamına hizmet edeceği ya da Golan çevresindeki Suriye-İsrail çatışmalarında olduğu gibi gerilimi yeni bir seviyeye çıkaracağı açıktır. Trump yeni kabinesiyle buraya önemli oranda yatırım yaptı.
Afrin ve İdlip’te cihatçıların yığılması son hızıyla devam ediyor. “Gerçek sahiplerine teslim edileceği” gerekçesiyle ele geçirilen Afrin’de dünyanın dört bir yanından toplanmış cihatçıların Suriye içerisindeki son savaş öncesinde kalacakları bir durak oluşturuldu. İdlip ve Afrin’de cihatçılarla bu kadar içli dışlı hale gelmiş TSK’nin NATO ordusu kimliği ABD’nin Türkiye’yi F-35 projesinden dışlama planlarıyla daha da yıpranıyor. Erdoğan’ın yıllardır anlattığı hikayelerde her türlü musibetin arkasındaki güç olarak lanse ettiği tiplerden biri olan İngiliz Kraliçesi’yle Buckingham Sarayı’nda çay içmesi, giderayak havaalanında “Birleşik Krallığa minnettarlığını” ifade etmesi bu erozyonu gidermez.
Ekonomik krizin etkileri her geçen gün daha da belirginleşiyor. Devlet bütçesinin daralan imkânları ve Merkez Bankası’nın eriyen rezervleri krizin şok dalgalarını soğurma kapasitelerini her geçen gün kaybediyor. Sanayi üretim çöküşünden kaynaklanan Yunan kriziyle aşırı inşaat stokundan tetiklenen İspanyol krizinin rezonans gelmiş halinin öngünlerindeyiz. Erdoğan, “Kapalı kapılar arkasında uluslararası sermayeye her türlü olanağı sağlayalım ama ben kamuoyu nezdinde faiz lobisine atıp tutmaya devam edeyim.” yaklaşımını sürdürmekte çok zorlanacak. Cuma günü yaptığı konuşma sonrasında doların yeniden şahlanışa geçmesinin gösterdiği ağzını açar açmaz “piyasalar” yaygarayı koparıyor. Erdoğan faiz-enflasyon ilişkisini anlamamakta ısrar ederek hem faiz lobisine ve spekülatörlere muazzam paralar kazandırıyor hem de ekonominin darboğaza girdiği bir dönemde durumu idare edebilme kapasitesinin kalmadığı konusunda da finans kapitale sürekli alarm veriyor.
En son “tamam” meselesinde ve Bahçeli ile yaşanan “af” anlaşmazlığında olduğu gibi “bunlar gerçekten gidici” imajını güçlendirecek saçma sapan hamle “hataları” yaparak rakiplerinin moral motivasyonunu arttırıyorlar. Bunun içinden geçtikleri tedirgin ve ipleri kısmen elden kaçırmış ruh hali ile ilgisi var. Cumhur ittifakı için işler iyiye gitmiyor. Ancak Erdoğan’ın kendi gidişi için psikolojik bir hazırlık yaptığını söylemek aşırı iyimserlik olur. Politik değerlendirme yaparken bu dönemin en çakılı parametresi Erdoğan’ın her ne pahasına olursa olsun iktidara sarılacağıdır. Aksi seçeneklerin ihtimal olduğunu düşünenler 7 Haziran sonrasındaki hatalarını tekrarlamaya mahkum olurlar. Erdoğan’ın kendisini ıskartaya çıkartacak bir seçeneği benimsemesi asla mümkün değildir. Hükümete seçimleri kaybetse bile KHK çıkarma yetkisi veren son yasa bile tek başına bunu ispatlamaya yeter. Zaten işlerin kaçınılmaz bir biçimde krize doğru ilerlemesi de bu ısrardan kaynaklanacak. Bu gerçek işlerin içinden bir oy vermekle çıkabileceğini düşünen orta sınıf vatandaşlar için umut kırıcı olabilir ancak bu ağır gerçekle hesaplaşmadan önümüzü açabilmek mümkün değil.
Bütün bu tablodan çıkacak sonuç ise Türkiye toplumun ve devletinin içinden geçtiği siyasi krizin her veçhesiyle derinleşeceğidir. “Millet” kazansa iktidarı alabilmesi ve konsolide edebilmesi bir kriz konjonktüründen geçilmeden neredeyse imkansızken “Cumhur”un kazanması durumunda ise yönetme kapasitesi giderek daha da körelecek.
İşte bu konjonktürde devrimcilere ve sosyalistlere muazzam kapılar açılıyor. Bizler bu krizin nasıl daha da derinleştirilebileceği ve de halkın kaderine el koyduğu bir devrimci olanak haline getirilebileceği üzerine mi plan kurmaya çalışmalıyız yoksa en kısa yoldan normalleşmeyi sağlamak için var olan güçlere destek mi olmalıyız? Devrimci dönüşüm olanakları toplumların karşısına çok sık çıkmıyor. Bir toplumun devrimci aktörlerinin temel görevi böylesi bir momentin ortaya çıkması için gerekli müdahaleleri yapmak ve momentten ezilen halklar adına köktenci bir tarihsel sıçramanın gerçekleşmesiyle çıkılmasını sağlamak değil midir?
“Ülke faşizmden kurtulup kurtulamayacağını tartışıyor siz ise marjinal marjinal konuşuyorsunuz? Şu anda tek önceliğimiz bu diktatörden kurtulmak olabilir.” itirazları örgütsüz emekçilerden geliyorsa anlaşılırdır ve dönüştürülmeye çalışılmalıdır. Ancak böylesi konuşan sosyalist arkadaşlarla bir süreliğine sohbeti kesmemizde fayda vardır.(1)
Erdoğan karşısında şu anda kurulan “millet” cephesi demokrasi değil milliyetçi bir restorasyon cephesidir. Bu durum içinden geçtiğimiz şu konjonktürde onları düşman gibi algılamamızı gerektirmez, ancak siyasi ufkunu bu cephenin temin edebileceği bir restorasyon üzerine kurmak bir sosyalist açısından intihar anlamına gelir. Ancak ezilenlerin bir devrimci hamlesi, derinleşen politik krizden bir demokrasi üretebilir. Ancak böylesi bir hamle ülkenin geleceğinde ezilenleri belirleyici bir aktör haline getirebilir. Bu tespit, tek adam diktasının yarattığı tehdidin farkında olmamak anlamına gelmez. Sadece bu tehditten ancak ezilenlerin devrimci hamlesi ile kurtulunabileceğini, ancak böylesi bir hamlenin iki cephenin de kendi hegemonyası altında tuttuğu ezilen kitleleri özgürleştirme olanağını ortaya çıkarabileceğinde ısrarcı olmaktır. Bu ısrarcılık, günümüzde bir burjuva demokrat ile sosyalist devrimci arasındaki temel ayrım çizgisidir. Faşizm koşullarında burjuva demokratlarla ittifak yapılabilir, yapılmalıdır ancak sadece kendi ideolojik bütünlüğünü koruyarak, ancak ezilenlerin iktidarı perspektifinden kopmadan… Hele de içinden geçilen ulusal ve küresel kriz koşulları ezilenlerin bağımsız örgütlenmesinin bütün güçsüzlüğüne rağmen devrimi adım adım muazzam bir olanak olarak örerken bu daha da kesin bir doğruluk kazanmaktadır. Güçsüzlüğümüzün arkasına sığınarak iddiasız bir destekçi durumuna düşmeyi öncelikle ideolojik seviyede reddetmek durumundayız. Faşizme karşı demokrasi ve eşitlik mücadelesinin en tutarlı ve kararlı bileşeni olarak bu güçsüzlüğü aşabileceğimize, hem de bunu bu olağanüstü koşullarda çok daha hızlı başarabileceğimize inancımızı asla kaybetmemeliyiz.
İdeolojik olarak keskinleşirken politik olarak esnekleşmeyi aynı anda başarabilmek bu dönemin en öne çıkan görevidir.
(1) Güncel bir örnek olarak Ahmet İnsel’in “HDP kilit parti olabilir” (05 Mayıs, Cumhuriyet) değerlendirmesine bakılabilir: “HDP etrafında oluşacak olan sol ittifak, küçük grupçukların görünüşte radikal, özünde benmerkezli siyaset söylemlerine prim vermeden, Erdoğanizmi durdurmanın, demokrasiye dönüşün kilit partisi olabilir.”
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]