“Finansallaşma kapitalizmin eski merkezlerinden yenilerine tarihsel yer değiştirmesini kolaylaştırdı. Bu yer değiştirme yüksek ücretten düşük ücretli üretime kayan kapitalistlerin kar artışları tarafından yönlendirildiği için, sonuç bir arz-talep dengesizliği oldu. Küresel ölçekte azalan ücretler etkin talepte yetersizliğe yol açtı. Bu durumda, borçlar dengesizliğe geçici bir çare olabilirdi. Küresel finans bu biçimde teşvik ettiği küreselleşmeden çok yönlü kazançlar sağladı. Ancak aynı zamanda kendi boyunu aşan bir işe de kalkışmış oldu, aşırı riskler aldı ve en sonunda şiddetle kendi üzerine çöktü. Hayatta kalabilmesi devlet müdahalesine ve desteğine bağımlı hale geldi.” ( Richard D. Wolff, “The Contradictions of Finance, ROARmag, The Rule of Finance sayısı)
2008 krizinin dinamiklerini çok doğru açıklayan bir paragraf. 1970 krizi sonrasında Bretton-Woods anlaşmasının çökmesi ve doların altına endeksli olmaktan çıkarak tamamen spekülasyona açık bir para birimi haline gelmesini bu hikâyenin başlangıcı olarak algılamalıyız. Kar oranları düşen sermaye kendisini karlı yatırım yapılacak alanlar ararken 1970’lerin sonundan itibaren Çin’in küresel sistemle eklemlenmesi, Doğu Asya ülkelerinin ucuz iş gücü rezervlerinin devreye girmesi yukarıdaki paragrafta bahsedilen “yer değiştirme”nin de temel motivasyonunu oluşturdu. Finansal liberalleşme, sermaye ve meta hareketliliğini neredeyse sınırsız arttırdı. Üretim merkezlerinin yer değiştirmesi Batı işçi sınıfının kazanımlarını adım adım ortadan kaldırdı. Artık araştırmalar küreselleşmenin en büyük kaybedenlerini üçüncü dünya yoksulları ile birlikte kapitalist merkezlerin orta sınıfı işçiler olarak gösteriyor. Geçtiğimiz hafta Türkiye’de açıklanan ve gelir dağılımı adaletsizliğini gözlere sokan istatistikler her yerin ortak gündemi haline geliyor. Kapitalizmin krizi süreğenlik kazandıkça bu adaletsizlik daha da büyüyor. Krizden çıkışın araçları olarak görülen kemer sıkma programları, esnekleştirme, güvencesizleştirme işçi sınıfının yaşadığı şoku daha da ağırlaştırıyor. Alınan tedbirler ise hiçbir biçimde düzelmeye yol açmıyor. Garanti alınan tek şey bankaların batık borçları. Sermaye kendi kârlarının düşmesini engellemek, finansal sermaye göz açıp kapayıncaya kadarlık zamanda kazandığı milyarlarca dolarlık spekülatif karlarını güvence altına almak için dünyayı ateşe atmaktan çekinmiyor. Küresel krizin ateşi dünyayı giderek bir düdüklü tencereye dönüştürüyor. Krizi dışsallaştırmak için askeri harcamaların arttırılması, uluslar arası maceraların içeride yönetme kapasitesi kazandırdığı kâbus günlerini geri çağırıyor. Savaş, ırkçılık ve yoksulluk dünyanın genel gidişinin temel motifleri haline geliyor. Kafkavari karanlık günleri çağrıştıran karanlık ve kasvetli günler, genel süreç haline dönüşüyor.
Ceyda Karan Cumhuriyet gazetesinde 5 Eylül tarihli yazısını şöyle bitirmişti: “ama kapitalizmin yapısal krizleri süreğenleşirken Brezilya “yeni bir dünya” isteyen sola yeni sorular sordurmalı: Demokrasi ve mülkiyet ilişkileri üzerine düşünmeden olabilir mi? Örgütlü toplum için neoliberalizm onaylı sivil toplumculuk, kimlik siyaseti ve ademi merkeziyetçilik kafi mi? Brezilya bir kez daha bize “tüketme özgürlüğü” dışında başka bir dünya tasavvuru için düşünme fırsatı olmalı” (“Dilma’nın darbesi) Mülkiyet ilişkilerine müdahil olamayan, toplumun kendi ürettiği zenginlikle bağ kurma biçimine radikal ölçekte müdahale edemeyen bir demokratikleşmenin sınırlarını acı bir deneyim olarak yaşamaktayız. Geçtiğimiz senenin ilk 7 ayında (5 Temmuz referandumuna kadar) SYRIZA’nın ve Yunan halkının yarattığı moment aslında tarihsel bir olanağa denk gelmekteydi. Uzunca bir süredir ilk kez bir sol parti gerçekten neo-liberalizmi sorgulayan ve karşısına alan bir programla seçim kazanmış, Troykanın ve küresel sermayenin restini de referandumda Yunan halkı %61,3’lük bir oyla görmüştü. Tsipras’ın tam da bu noktada kırılması tarihe bir trajedi olarak geçmeyi gerçekten hak ediyor ancak Korkut Boratav’ın deyimiyle sadece bir “Yunan Trajedisi” olarak değil, genel olarak sosyalizmin trajedisi olarak değerlendirilmeli. Çünkü bu kırılma Güney Amerika’dan Güney Avrupa’ya esen sol rüzgârları dindirdi. Azalan hammadde fiyatlarının Brezilya ve Venezüella’yı vurması neo liberal projelerin yeniden bölgede etkinlik kazanmasını sağladı. SYRIZA’nın programının aslında uygulanamaz olduğunun anlaşılması ise İspanya’da olası çıkışı engelledi.
Sonuç olarak toplumları finansallaşma denen tasmadan kurtaracak ve sermayeyi özel mülkiyetten ayırıp toplumun kendi denetimine almasını sağlayacak uygulanabilir bir projeye ihtiyacımız var. Buna sahip olmadığımız sürece kapitalizmin krizi insanlık için bir umuda dönüşemiyor. Bugün küresel ölçekte Erdoğanvari sağ popülist diktatör heveslilerinin yoksulların öfkesini de kısmen kendisine yedekleyebilen otoriter popülizmi bizim bu programsızlığımızdan besleniyor. Krizin biriktirdiği öfkelerin “öteki” ezilene değil de sermayeye yönelmesi insanlığın kurtuluşunun da reçetesi olacak. Bu çıkışı sağlama kapasitesinin ise sadece sosyalistlerde olduğunu görmek bugün açısından çok önemli.
Güncel tartışmalar içerisinde buradaki büyük yükü unutur hale gelmeye hakkımız yok. İnsanlara umut veremezsek öfkelerinin er ya da geç bize dönmesini de engelleyemeyiz.
Oysa “spes addita suscitat iras” ( artan umutları daha da kışkırtır öfkelerini…) (Vergilius, Aeneis 10.263)
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]