HDP’nin 3. Olağanüstü Kongre’sinde Eş Genel Başkan seçilen Serpil Kemalbay’la kendi mücadele tarihi ve önümüzdeki süreci değerlendiren bir söyleşi yaptık.
Merhaba Serpil, biz yoldaşların olarak seni tanıyoruz ama sen okurlarımız için anlatabilir misin mücadele tarihini?
Röportaja başlamadan önce yakın zamanda tutuklanan derginizin Yazı İşleri Sorumlusu Sezgin Kartal’a geçmiş olsun dileklerimi sunmak istiyorum. Özgür basın üzerindeki baskıları kınıyorum.
Ben siyasetle 1990 yıllarının başlarında tanıştım. Aslında siyasi ortamın oldukça gergin olduğu, savaşın, çatışmanın epeyce yüksek olduğu bir dönemde ben de bir Direniş gazetesi okuru olarak mücadeleye katıldım. Daha sonra özellikle 96 ölüm oruçları ve daha sonrasında gelişen süreçlerde toplumsal duyarlılık daha fazla artmaya başladı ve sokaklar biraz daha kalabalıklaşmaya başladı.
O dönemlerde bizler Dayanışmaevleri olarak yoksul mahallelerde çalışmalar yürütmeye başladık. O çalışmalarla amaçladığımız şey daha çok halkla iç içe bir çalışma yürütmek, birbirimize dokunarak gündelik hayatı birlikte yeniden kurabilmek, aynı zamanda siyasete, toplumsal mücadeleye örgütlü bir şekilde, dayanışma içerisinde katılabilmek ve kendi siyasi geleceğimize müdahil olabilmekti. Bunun için pek çok çalışmalar yaptık. Yoksullukla Mücadele Kurultayı’yla başlayan ve daha sonra bu konuda sürdürülen çalışmalar oldu. Çeşitli dayanışma çalışmaları; eğitim dayanışmasından sağlık dayanışmasına kadar hatta kitap dayanışması, giysi dayanışması… Bütün bu çalışmalarla biz bildiğimiz klasik doğruları halka anlatma tarzındaki siyasetin dışında; gündelik yaşamın içerisinde koşturarak ve herkesin sorunlarına birebir müdahil olarak hem kendi içinde dönüşüm hem de kolektif bir dönüşüm için bir siyaset yapma tarzı uyguladık. Bu öğretici bir dönemdi.
Buradan kadın mücadelesinde yol almaya çalışırken de yararlandık. Çünkü kadınların özgürlükleri ve hakları öğrenilerek, anlatılarak yol alınabilir. Çünkü bilgi sahibi olmak bir hakkın varlığından haberdar olmak o hakkın kullanılmasını o hak için sürdürülen mücadeleyi destekler ve güçlendirir. Fakat aynı zamanda kurduğumuz meclislerde birlikte nasıl bir hayat istediğimizi, kadınlar olarak nasıl bir mahalle istediğimizi, ev istediğimizi, nasıl bir iş yeri istediğimizi, nasıl bir ülke istediğimizi konuşabileceğimiz tartışabileceğimiz ve buna dair kendi dönüştürücü gücümüzü harekete geçirebileceğimiz bir siyaset yapma tarzı gelişti. Yoksul mahallelerde kurduğumuz bu kadın dayanışma ağıyla -ki biz buna Kadınların İmecesi dedik- her şeyin ticarileştiği bir ortamda parayı, piyasayı düşünmeyen onu dışarda bırakan dayanışmaya ve paylaşıma dayalı bir kolektif oluşturmaya çalıştık ve bunun üzerinden kadın politikasına müdahale etmeye çalıştık. İmece deneyimimiz 2000’li yılların başlarında başladı. Bir grup sosyalist ve aynı zamanda kadın bakış açısına sahip kadınlar olarak yoksul kadınların mücadelesini daha ileriye taşımak için hem öğrenmeye çalıştık hem de bildiklerimizi buluştuğumuz ev işçisi, tekstil işçisi kadınlarla, ev kadınlarıyla paylaştık. Karşılıklı olarak pek çok şey öğrendik. Bu çalışmalar bizim özellikle ev işçisi kadınların örgütlenmesine dair çok özgün deneyimler biriktirmememize yol açtı. Bu çalışmaların sonucunda ev işçisi arkadaşlarımızla farklı bir yolculuğa çıktık. Türkiye’de Avrupa’da bile bir ilk olan İmece Ev İşçileri Sendikası bu çalışmaların sonucunda çok özgün bir çalışma olarak ortaya çıktı. Bu kadınların ev içi emeğinin yok sayılmasına karşı bir mücadele olarak başladı ve oradaki görünmeyen emeği görünür kılabilmek için onun kayıtsızlığı, güvencesizliği, görünmezliği üzerinden özellikle iş yasasında tanınmazlığının ve sanki hiç böyle bir meslek yokmuş gibi toplum içerisinde de bir statü olarak da yok sayılmasının üzerine gidelim dedik. Bu ücretli emeğin sadece kadınlara has olmadığını, aslında toplumun duyduğu bir ihtiyacın bakım hizmetlerinin hem toplumsallaştırılması yönünde hem de bu hizmetleri hali hazırda sunan kişilerin cinsiyet ayrımcılığı yapılmadan eşit bir şekilde sunabilmesini gündemleştirmek, ücretlerinin insana yakışır ücretler olmasını gündemleştirmek, sosyal güvenceye kavuşmasını gündemleştirmek üzerinden gitmenin önemini kavradık ve buradan hareket ettik. Eğer biz buradan gidersek belki o zaman ev kadını dediğimiz ev içindeki emeğin de kıymetini anlatabiliriz ve kadınların toplum içerisinde yüklendikleri bu önemli rolünü de ortaya koyabiliriz diye düşündük. Bu mücadelemiz de uzun yıllar sürdü. Zorlu bir mücadele çünkü güvencesizlerin örgütlenmesinin zaten çok büyük zorlukları var ama aynı zamanda kadın olmanın getirdiği zorluklar var. Çünkü kadınlar birçok mesaiyi aynı anda yapmak zorundalar. Hem evdeki mesai sürecek hem iş yerindeki mesai sürecek, eğer politik bir aktivist ise hem de orada kendi mücadelesini sürdürecek. Bütün bunlar aslında bizim işlerimizi, örgütlenmemizi dayanışmamızı daha da yaygınlaştırmamızı zorlaştırıyordu. Fakat yine de bu çaba bütün toplum tarafından görünen ve kadınlara özellikle ev işçisi kadınlara, ev kadınlarına ulaşan bir pratik oldu. Kendini olgunlaştırdı ve geliştirdi.
Bu mücadeleler içinde yine sendikal çalışma da var. Tekstil alanında yapılan sınıfsal mücadele içerisinde de bir süre konumlandım. İşçi sınıfının klasik örgütlenme tarzının dışında hangi şekillerde bu alana müdahale edilebilir, bunun üzerine uzun bir süre kafa yorduk, güvencesizler nasıl örgütlenebilir üzerine kafa yorduk. Bu açıdan özgün bir deneyim olan Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası’nın (BATİS) Bursa deneyiminin İstanbul’da ve Trakya’da nasıl hayat bulabileceğine ilişkin tartışmalardan sonra bu çalışmayı da güvencesizlerin örgütlenme çalışmasına, özellikle tekstil alanında çalışan ama her emekçinin başvurabileceği bir sendika olarak var edilmesinde ben de arkadaşlarımla beraber rol aldım. Bir süre sonra da HDK’nin kurulmasının arkasından HDP’nin kurulması aşamasında arkadaşlarımız Sosyalist Dayanışma Platformu’ndan doğru bu çalışma içerisinde benim yer almamı önerdiler ve iki dönemdir HDP’nin MYK’sında bulunuyorum. Bu son dönemde aynı zamanda HDP’nin Emekten Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcılığı görevini yaptım, son görevimi alıncaya kadar.
Ülkemizde özellikle 7 Haziran’dan bu yana yaşananları nasıl değerlendiriyorsun?
7 Haziran’a gelmeden önce Türkiye’de son dönemde yaşanmış en önemli gelişme Gezi sürecidir. Gezi süreci demokrasi mücadelesinde büyük bir sıçrama olarak kendini ortaya koydu. Toplumun çok geniş kesimlerinin aslında büyük bir demokrasi özlemi olduğunu, bu demokrasi özleminin toplumun sadece elit bir kesiminin özgürlükleri için değil en geniş kesimlerin özgürlükleri için de var olduğunu biz gördük. Orada herkes biraz kendi özgürlüğü için kendi demokrasi anlayışı için Türkiye’nin çeşitli illerinde kendini sokakta ifade etti. Gezi Parkı’nda yeni bir yaşamın özlemini ifade eden bir var oluş sergiledi. Bu direnişten aslında toplumsal olarak pek çok şey öğrendik. Örneğin oradaki doğrudan demokrasi talepleri, ticarileşmeye karşı devrim marketlerinin ortaya çıkması, paylaşım ve dayanışmanın çok fazla vurgulanıyor olması, siyasi olarak kendisini birbirinin karşısında görmüş kesimlerin bir kortejde hızlı bir şekilde yan yana durmaya başlaması ve birbirine orada dönüp bakarak, gerçeği o anda fark ediyor olması çok öğretici bir süreçti. Aslında şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinden bugüne kadar empoze edilen o kutuplaştırıcı politikalar ya da statükoyu savunanla statükoya itiraz eden arasındaki sorun biraz farklı bir şekilde Gezi sürecinde bizim önümüze gelmiş oldu. Bu aynı zamanda AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana çeşitli kesimlerin, toplumun sağ cenahı üzerinde kurduğu otoritenin de kendini kabul ettiriş tarzının da sorgulandığı bir dönem oldu. O güne kadar destek veren toplumun önemli bir kesiminde belki de tartışılmayan otoritesi ya da kabulü Gezi süreciyle birlikte tartışılır olmaya başladı. Bir gerilemeydi, Erdoğan’ın politikaları açısından büyük bir uyarıydı.
Şimdi biz oradan daha sonra 7 Haziran’a geldik. Ki Gezi dönemindeki o müthiş enerji, yeni dil, yeni bakış açısı, yaratıcılık Türkiye’de aynı zamanda neşe kaynağı da olan, büyük bir umut kaynağı da olan, o güne kadar “çok apolitik bu toplum” diyenleri “Aaa aslında ne kadar politikmiş ama kendisini farklı bir şekilde ifade etmek istiyormuş” dedirten bir gerçeklik aynı şekilde 7 Haziran’a yansıdı, taşındı. Biz “Gezi’nin devamı 7 Haziran’dır” diyebiliriz. Oraya o politika evrildi diye düşünüyoruz ve 7 Haziran’a giderken toplumda yine büyük bir şenlikli yenilenme duygusu vardı. Demokratikleşme, özgürleşme, toplumun kendi kendini yönetme arzusunun en geniş kesimlerde ifade edilmesine orada tanık olduk. O kendisini siyasi denklemde de ortaya koydu. O denklemde artık bir HDP gerçeği ortaya çıktı %13’ün üzerinde alınan oyla ve iktidarı düşürdü. Bu tablo kritikti. Halkın siyasete katıldığı ve orada neyin nasıl olması gerektiğini söylediği bir andı. Fakat 7 Haziran’ın arkasından gelişen süreç bu açığa çıkan politik gerçekliğin inkar edilmesi, yok sayılması üzerine kurulu bir süreç oldu. B u sadece AKP iktidarının bir reddedişi değildi. Aynı zamanda statükoyu savunan diğer güçlerin de el verdiği bir reddetme olgusuydu. 7 Haziran’dan önceki özellikle Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorununun demokratik çözümüne dair gelişen süreç 7 Haziran’ın hemen öncesinde iktidar tarafından masa devrilerek ortadan kaldırılmıştı ve savaş kararı verilmişti. İşte bu oluşan statüko, devletin bekasını korumak, Kürtlerin burada demokratik olarak kendi siyasi alanlarını genişletmelerini, çözüme doğru evrilen halklardaki bu arzuyu ortadan kaldırmak için savaş ve şiddet politikası devreye koydu. Bu politika ile Suruç katliamı, 10 Ekim katliamı yaşandı ve savaş konsepti açığa çıktı. Göz göre göre gerçekleşen bu katliamlar toplumda bir güvenlik eksikliği duygusu yaratmak ve otoriter iktidara sarılma arzusunu gerçekleştirmek için ortaya kondu. Bu politika bugüne kadar sürdürüldü.
Devletin direkt olarak kendi kolluk güçlerinin topluma uyguladığı şiddet, özellikle 7 Haziran’dan sonra Kürt coğrafyasındaki şiddet Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, İdil’de, Şırnak’ta pek çok yerdeki o katliamlar, savaş ve şiddet olgusu 1 Kasım seçimlerinde HDP’yi baraj altında bırakmak için de oluşturulmuş bir iklimdi. Fakat HDP orada da barajın altında kalmayarak ne kadar büyük bir direnç noktası olduğunu ortaya koydu. Arkasından gelişen süreç Erdoğan ve onun etrafındakilerin ikbal kaygılarıyla yürüttükleri tek adam diktatörlüğü yolculuğunun taşlarını örmek için geliştirildi. Onun için işte 16 Nisan anayasa referandumu adı altında bir seçim toplumun önüne kondu. Bütün dert “Nasıl olur da Erdoğan tek başına muktedir, sorgulanamaz, soruşturulamaz bir güç haline gelebilir”di. 1 Kasım’da bu hedefine ulaşamayınca bu sefer 16 Nisan referandumu gündemleştirildi. 16 Nisan referandumu zaten kesinlikle anayasa değişikliği anlamında meşru olmayan bir referandum. Daha teklifin geldiği anda aslında meşru olmayan ama bizlere dayatılan bir referandum oldu. Biz bunun meşru olmadığını söyledik çünkü bir anayasa iki partinin başkanlarının ne konuştuğunun bile belli olmadığı o kapalı kapılar ardında yapılıyorsa bu meşru bir anayasa yapma süreci olamaz. Çünkü anayasa halkların katılımıyla yapılmalıdır. Bu süreç böyle işletilmediği gibi hem baskı ve zora dayalı seçim olması özellikle HDP’nin sandık görevlilerine yapılan saldırılar, onların kabul edilmemesinden tutalım da okullardaki silahlı özel harekatçılara kadar -ki bunlar Kürt coğrafyasında bizim çok yaygın olarak gözlemlediğimiz şeylerdi- bütün bu zora dayalı tablonun yanı sıra hileye dayalı bir tabloda oluşturuldu. Öte yandan Datça’daki mevsimlik tarım işçisinin oylarının köyünde kullanılmış olmasından blok evet oylarının çıkmış olmasına, pek çok yerde kamu görevlilerinin, kaymakamların, valilerin ve devletin bütün olanaklarının bu işe sevk edilmesine kadar bu referandumu gayri meşru kılacak her türlü yöntem uygulandı. Fakat buna rağmen oyların yarısını hatta bize göre yarısını çok aşan bir miktarını alarak bizler kazandık bu süreçte. Belki şimdi artık bu tablo üzerinden konuşmamız ve tartışmamız gerekiyor. 16 Nisan referandumunda açığa çıkan şey şuydu genel olarak söylersek: Bu kadar baskıya, zora, iktidarın olanaklarının seferber edilmesine rağmen halk direnmeye devam ediyor. Sadece Kürt halkı direnmiyor tabi ama Kürt halkı burada daha örgütlü bir şekilde ve direngen bir şekilde ayakta duran kesim. Bunun yanında biz görüyoruz ki toplumun pek çok kesimi hala direniyor. İşte Ayşe öğretmenden tutalım da akademisyenlere kadar Nuriye ve Semih’e kadar, çocuğunun kemiklerini almak için direnen Kemal Gün’e kadar pek çok kesim bu direnişin içerisinde ve bu yaşanan haksızlıklara isyan eden, öfkelenen, öfkesini biriktiren belki öfkesini şu anda açığa çıkaramayan ama bunu bekleyen milyonlarca insan bu otoriter, anti demokratik sistemin karşısında konumlanmaya devam ediyor.
Bu geldiğimiz noktada HDP Eş Genel Başkanı olarak ciddi bir sorumluluk aldın. Önümüzdeki dönemde HDP’nin misyonu ne olacak? Bu baskı ortamına rağmen direnen kesimler gerçeğini ele aldın ama güçlerin dağınık olduğunu da gözlemliyoruz. Bu noktada HDP’nin misyonu ne olabilir?
Türkiye demokrasi mücadelesi tarihimizde pek çok örnek var, işçi sınıfının, halkların, kadınların yükselttiği mücadeleler var ve o mücadelelere baktığımız zaman TİP’in parlamentoya girmesinden Denizlerin Mahirlerin mücadelesine ondan sonra gelişen mücadelelere bütün bu tarihe baktığımız zaman her on yılda bir darbelerle anılır Türkiye. Her on yılda bir yükselen emek hareketi, halk hareketi bir şekilde egemen güçler tarafından bastırılır ve bir şekilde bu da topluma kabul ettirilmek için bir algı yönetimi gerçekleşir. Diyebiliriz ki 7 Haziran’dan bu yana sivil darbe süreci yaşıyoruz, darbeler silsilesi… Geçmişte yaşadıklarımızdan çok farklı ama bir darbe süreci yaşıyoruz. 15 Temmuz darbe girişimi mevcut siyasi iktidar tarafından darbe için fırsata dönüştürüldü. Kendi sivil darbesini artık OHAL ile ve KHK’lar ile daha da güçlendirdiği bir yapıya dönüştürdü. Bu herkesin bugün gördüğü ve itiraz ettiği bir şey. 110 binin üzerinde kamu emekçisinin tasfiye edilmesinden tutalım da cam işçilerinin grevlerinin yasaklanmasına kadar toplumun her kesimini etkileyen bir süreç bu. Sur’da kentsel dönüşüm adı altında halkın iradesine saldırılmasından bir babanın çocuğunun kemiklerini alabilmesi için açlık grevine gitmek zorunda kalmasına kadar en temel demokratik hakların da ihlal edildiği bir dönem. Önümüzdeki dönem bu tabloda darbeye karşı bir demokrasi mücadelesinin yükselmesi gerekiyor ve bu demokrasi mücadelesi tabandan yükselmek zorunda. Tıpkı dünyada yaşanan örneklerde olduğu gibi aşağıdan bir itirazla darbecileri başımızdan atmamız gereken, onları oradan indirmemiz gereken bir süreç. Şimdiye kadar ki sandık deneyimlerimiz de bize bunu gösterdi.
Çok güçlü bir şekilde birbirimizle olan dayanışmamızı, birlikteliğimizi büyüterek bu sürece cevap verebiliriz. Onun için de 16 Nisan referandumunun çıkarttığı aritmetiğin de üstüne çıkan bir yaklaşım sergilememiz gerekiyor. Çünkü eğer cam işçileri bugün en temel çalışma haklarını hayata geçiremiyorlarsa ve bundan önce birçok grev yasaklanmışsa o zaman cam işçilerinin sorunlarıyla Sur’da kentsel dönüşümle evi yıkılan kadınların sorunları aynıdır ve ortaktır. O zaman artık bizim bütün önyargıları bir tarafa bırakarak ortak paydada buluşmak gibi bir görevimiz ve sorumluluğumuz var. Eğer diktatörlüğü ortadan kaldırmak istiyorsak evrensel demokrasi kriterleri paydasında ve emeğin savunulacağı, kadınların savunulacağı, en temel hakların savunulacağı ortak bir paydada buluşmak gerekiyor. Biz de önümüzdeki süreçte işte bunun hayata geçmesi için bir rol üstlenmeliyiz. Bu ortak paydada nasıl bir araya geleceğimizi, nasıl bu birlikteliği daha geniş kesimleri kucaklayarak sürdürebileceğimizi yeni bir deneyim olarak açığa çıkartmamız gerekiyor. Oldukça zor bir görev olduğunun hepimiz farkındayız ve bilincindeyiz. Büyük, önemli sorumlulukları olan bir görevle karşı karşıyayız. O yüzden işimiz kolay değil ama aynı zamanda biraz önce sorduğun sorudaki gibi 7 Haziran’dan bugüne hatta Gezi’den bugüne aldığımız zaman bize pek çok ipucu çıkıyor, pek çok olanak olduğu ortaya çıkıyor. Birbirimize muhtaç olduğumuzu ama diktatöre, diktatörün uygulamalarına da mahkum olmadığımızı gösteren bir tablo ortaya çıkıyor. Biz bu tabloyu birlikte değerlendirmek istiyoruz. Birbirine yabancı olanın artık birbirinin acısına yabancı olmayacağı, o acıyı kimin yaşadığına, adresinin ne olduğuna bakmadan ortaklaşacağı bir mücadele pratiği içerisinde olarak bunu başaracağımıza inanıyorum. Biliyorum ki mutlaka kazanacağız ve birlikte başaracağız.
Sosyalist mücadeleden özellikle kadın mücadelesinden gelen biri olarak HDP Eş Başkanlık görevini üstlendin. Bu özelliklerin, mücadele tarihinde biriktirdiklerin HDP’ye nasıl yansıyacak?
HDP’nin bugüne kadar ortaya koyduğu siyasi çizgi ve programı aslında toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenen ve onları kendi derdi olarak gören bir yerde. Örneğin; halklar için bir demokrasi, emekçiler için bir demokrasi, kadınlar için bir demokrasi savunuyor, radikal demokrasi olarak ifade ediyor. Bu mücadeleyi inşa ederken kendi siyasi geleneğinden de kaynaklı olarak, onu oluşturan bileşenlerinin taşıdığı geleneğinden de kaynaklı olarak özellikle sınıfsal temelli paylaşıma dönük meselelerdeki duruşu, bu konudaki sözü, mücadelesi çok fazla görünür olamadı şimdiye kadar. Hep beraber, her zaman daha görünür kılalım, dedik ama bu konuda eksikliklerimiz oldu. Kendi örgütlü mücadelemizin de yine bu alanlarda güçlendirilmesine yönelik çalışmalarımıza ihtiyaç var.
Yine HDP bir kadın partisi diyoruz her zaman fakat erkek egemenliğiyle ilgili sıkıntılar, onun partide yarattığı sıkıntılar sürmekte. Daha cinsiyet eşitlikçi, kadının siyasette kendini ortaya koyarken daha güçlendiği bir politikaya ihtiyaç var ve bunu geliştirmeye ihtiyaç var. Kadınların mücadeleleri önündeki en önemli engel kadının ev içindeki rolü. En kritik noktanın biz burası olduğunu düşünüyoruz. Bu nokta üzerinden özellikle parti organlarından başlayan bir mücadelenin yani evdeki bir demokratikleşme mücadelesinin aynı zamanda mahalleye de, sokağa da, topluma da yansıyacak şekilde yükseltilmesine ihtiyacımız var. Belki önümüzdeki süreçte kendi içimize yönelik bu tür eleştiriler ve buradan çıkacak enerjinin örgütlerimize yansıması ve bu politikanın hayata geçirilmesinin daha da önünün açılmasına hizmet edebilir.
İşçilerin, güvencesiz çalışan kadın işçilerin, mevsimlik tarım işçilerinin, ev işçilerinin sorunlarının çözümüne yönelik politikaların daha çok görünür olması ve bu konularda programımızdan da kaynak alarak bu sorunlara ne tür çözümler ürettiğimizi tek tek herkese ulaştırılmasını sağlamak ve sahiplenilmesini sağlamak, bunun bir örgütlenmeye dönüştürülmesini sağlamak ve buralardan doğru da toplumsal mücadelemizi yükseltmek önümüzdeki hedefler. Ben de bu hedefler doğrultusunda bu çalışmaları daha çok zenginleştirecek politikalara da mevcut mücadelemizin yanında daha çok yer vermeye çalışacağım arkadaşlarımla beraber.
Çok teşekkürler
Ben teşekkür ederim, kolay gelsin.