Afrin Harekatı ile Saray faşizminin yeni bir aşamasına geçtiği görülüyor. İçerideki baskının bu oranda dakikleşmesi ve yoğunlaşması operasyonun içerdiği risklerle doğru orantılıdır. Rusya ile belli seviyede bir anlaşmanın olduğu muhakkak ancak dengelerin her an değişebileceği de görülüyor. Türkiye savaşı arayan, savaşa ihtiyacı olan ülke konumunda. Milliyetçi kabarışın muhalefeti basınç altında tutma kapasitesi savaşın içeriye dönük fonksiyonunu ortaya koyuyor. Savaş zoruyla sağlanan geçici konsensus AKP saflarında gözlenen potansiyel çatlağı da şimdilik sıvadı. CHP’nin Saray’a destek vererek Saray’ı rahatsız etme politikası (!) siyaset literatürüne geçecek trajikomiklikte bir taktik. Sözcü gazetesinin Afrin operasyonuna verdiği cansiperane destek ise aslında CHP içindeki ulusalcı kanadın Bahçeli’nin pozisyonuna ikna edildiğini ortaya koyuyor.
Saray rejiminin içeride ve dışarıda inşa etmeye çalıştığı dengeler her açıdan büyük bir kırılganlık barındırıyor. Bisikletçinin dengede durabilmek için sürekli pedal çevirmek zorunda olması gibi dengeler ancak daha büyük riskleri üstlenerek sürdürülebiliyor. Normal koşullarda gidilecek bir seçimden kesinlikle istenen sonucun elde edilemeyeceğini gören bir aklın içeride ve dışarıda sürekli el yükseltmesi, karşısındaki cepheyi belki kısa vadede parçalıyor ama kendi kırılganlığını da sürekli arttırıyor. Bu kırılganlık meselesi hiç akıldan çıkarılmamalı. Faşizmin bir olağanüstü devlet biçimi olması aslında siyasi sisteme yüklediği bu büyük kırılganlıktan kaynaklanıyor. Parlamenter demokrasinin soğurduğu, kapsadığı, göstermelik bir temsiliyetle içerdiği sorunlar faşizm koşullarında ancak zorla bastırılabilen karşıtlıklara, düşmanlıklara dönüşüyor. Normal zamanlarda sıradan talepler faşizm koşullarında yıkıcı bir mahiyet kazanabiliyor. Olağan koşullarda hiçbir yankı yaratmayan karşı çıkışlar faşizm günlerinde sistemde beka kaygısı üretebiliyor. Bu anlamda metal işçilerinin dayatılan açlık ücretine ve üç yıllık sözleşmeye karşı bir irade ortaya koyması önemli sonuçlar yaratabilir.
İki büyük gerilim kaynağının tam ortasındayız: Küresel güçler arasında gerilim giderek tırmanırken şu aşamada oyunun birinci dereceden sahnesi Suriye. Türkiye belli oranda iç politik kaygılarla, aslında sınırları son derece belirsiz bir biçimde çizilmiş bir alanda, hem başarıya muhtaç olma hem de kendisini dev aynasında görme zaaflarıyla inmeli bir halde bu sahneye atılmış durumda. Bu hareket tarzı aslında çok fazla sayıda seçeneği masaya getiriyor. Seçeneklerin sayısını azaltmak için faşizm derinleştikçe ise kırılganlık sanıldığının aksine daha da artıyor.
Faşizmler çözüldükleri her ülkede devrimci durum yarattılar. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nın sonlarında Avrupa’ya apar topar çıkması biraz da bu devrimci duruma müdahil olmak içindi. Yalta’daki anlaşma olmasaydı Batı Avrupa’da da birçok ülkede komünistler iktidara gelebilirdi ve dünya siyasi tarihi bambaşka bir yöne akabilirdi. Amerikalılar tehlikeyi atlatmak için bir çok ülkede faşistler ve işbirlikçilerinden yeni “demokratik” hükümetler, devlet bürokrasileri yaratmak zorunda kaldılar.
Şurası çok açık, Türkiye’de artık normal günler çok geride kaldı, 2000’lerin ilk on yılında giderek bir alışkanlık haline getirdiğimiz siyaset biçimlerinin kullanım süresi doldu. “Köprüden önceki son çıkış” çoktan geçildi. Evet, devrimci siyasetin bedeli çok daha ağır, koşullar çok daha zor. Evet, 7 Haziran öncesindeki atmosfer normal koşullarda ne kadar büyük bir hızla devasa bir güç haline gelebileceğimizi gösterdi, zaten tam da bu yüzden Soğuk Savaş kurgusu devlet yapısının her bir tüyü diken haline geldi.
Fakat bir yandan da bu yeni koşullara hızla uyum sağlayabilen devrimci politik aktörleri çok daha büyük olanaklar bekliyor. Bu dönemin tüm zorluklarına rağmen ayakta kalmanın ötesine geçebilen, toplumun diri, dirençli kesimleri ile bağlarını geliştirebilen, faşizmden çıkış umudunu topluma aşılayabilen hareketler, giderek sertleşen, bu ölçekte de kırılganlaşan düzenin her ayak sürçmesinde tarihsel hamleler yapma şansı ile karşı karşıya kalacaklardır.
Kısa vadede yapılması gerekenler her türlü kendiliğinden normalleşme beklentisinden radikal bir biçimde kopuşmak, yeni koşullara uyum sağlayabilecek dönüşümleri mecbur bırakılmadan gerçekleştirmek, geçmiş dönemin dost-düşman, müttefik-rakip çizgilerini güncellemek, yeni bir araya geliş olanaklarını zorlamak, sürecin okunması konusunda kafaca giderek daha da netleşmek, toplumun diri kesimleriyle buluşmayı sağlayacak propaganda ve ajitasyona inanmak, sürekliliğini yaratıcı yöntemlerle geliştirmektir.
Düzenin bütün sözde düşman kardeşlerinin aynı çizgide buluştuğu bir noktada toplumun özgürlük ve eşitlik umudunu taşıyan tüm kesimleri için tek adres haline dönüştüğümüzün de farkında olarak düşünüp davranırsak karanlığın sınırları daha da görünür oluyor.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]