Hadiselerin akış hızı iki hafta üst üste aynı konu üzerinde yazabilmeyi neredeyse imkânsız hale getiriyor. İran’da patlayan isyanın tetiklediği birçok tartışma, elde edilebilecek birçok önemli sonuç var. Bunların içerisinde en dikkat çekici olanı, önceki devlet Başkanı Ahmedinecad’a yakın güçler tarafından şimdiki reformist devlet Başkanı Ruhani’yi köşeye sıkıştırmak için tetiklenen bir çatışmanın hızla bir başka “olay”ı tetiklemesi, 2009 eylemlerinde başı çeken Tahran merkezli “modern” sol muhalefetin, Meşhed ve Kum çıkışlı “geleneksel” menşeili harekete mesafeli durması ve doğal olarak bu uzaklığın hareketin rahatlıkla bastırılmasına zemin hazırlamasıdır. Sınıfsal parçalanma, ezilenlerin farklı kanatlarının ortak bir karşı hegemonya projesi üretememesi aslında sağ popülizmin doğup yaygınlaşmasının en önemli zemini. Ezilenlerin kendi politik platformlarını yaratamamaları, düzene öfkenin farklı kaynaklarının birleştirilememesi bu öfkelerin egemen sınıfın farklı kanatlarının düzen içi mücadelelerinde araçsallaşmasına yol açıyor. Dolayısıyla popülizm meselesi ile solun krizi aslında madalyonun iki yüzü ve birbirinden bağımsız tartışılamaz. Solun, ezilenlerin öfkesini bütünleştiremediği yerlerde neo-faşist, sağ popülist liderler ürüyor. 1990’ların ikinci yarısında siyasal İslam’ın ve son kertede Reisçi faşizmin ürediği boşluk da örgütlü sınıf hareketi ile varoşlardaki kent yoksullarının buluşturulamamasından kaynaklandı. Bugün de düzene karşı biriken “ekonomik” temelli öfkenin anti-faşist demokrasi cephesinin parçası halinin getirilmesi önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor. Geniş kesimlerin ekonomik ve eğitim sistemi kaynaklı sorunlar karşısında ezildiği bir dönemde demokrasi mücadelesini salt “siyaset, anayasa, seçim, parlamento” alanının meselesi olarak görmek, örneğin metal işçilerinin toplu sözleşme mücadelesini demokrasi mücadelesinin parçası haline getirmek ile ilgili yeterince kafa yormamak, girişimlerde bulunmamak büyük eksiklik olacaktır.
Bu “farklı mücadelelerin birleştirilmesi ve bir karşı hegemonya inşası” meselesinin göbeğinde hala “siyasi parti” adı verilen aygıt durmaktadır. Türkiyeli demokrasi güçleri olarak bu konuda önemli bir birikime ve imkâna sahibiz: HDP. Bütün sıkışmışlığına rağmen hala umut arayan gözlerin çevrilmeden edemediği bir potansiyeli, olanağı temsil ediyor. Ancak bugünlerde HDP çok zorlu bir dönemeçle karşı karşıya. Bu dönemeç, çok hassas bir biçimde ele alınmazsa HDP’nin bir olanak olmaktan çıkması gibi bir riski ortaya çıkartır. Geçtiğimiz hafta, Selahattin Demirtaş’ın bir daha aday olmayacağını açıkladığı mektubun ilanından bu yana yaşananlar, böylesi bir riskle karşı karşıya olduğumuz duygusunu giderek daha da arttırdı.
Demirtaş’ın görevi bırakmasının şu noktada mantıkla açıklanabilecek hiçbir boyutu bulunmuyor. En basitinden, %10 barajının en iyi ihtimalle kıl payı üstünde duran bir partinin çok geniş kesimler üzerinde etkisi olan başkanından mahrum kalmasının onu baraj altına iteceği açıkça görünüyor. Demirtaş, yaklaşık bir yıldır cezaevinde olmasına rağmen etkinliğinden neredeyse hiçbir şey kaybetmedi. Batı’daki demokrasi güçleri açısından hala bir ilham ve moral kaynağı olmaya devam ediyor. HDP’nin Batı’daki nüfuzunun en somut ifadesi durumunda, Demirtaş’ın varlığı birçok noktada faşizm karşısında yaşanan geri çekilmenin en azından moral anlamda bir noktada durmasının önemli desteklerinden birisini oluşturuyor. Bir parti, bu kadar kritik bir anda bu kadar önemli bir öğesinden mahrum kalmayı nasıl bu kadar kolay kabul edebilir?
Yaşanan bir yıllık deneyim Demirtaş’ın içeride olmasının onu engellemek açısından en iyi yol olmadığını göstermişken, “içeride olmayı” başkanlığı bırakmak açısından bir gerekçe olarak ortaya koymak mümkün değil. “Koltuk sevdalısı” olmamak ve bunu göstermek vs. gibi gerekçeler de dönemin olağanüstülüğü düşünüldüğünde fazlaca hafif kaçıyor. Tam da faşizme karşı birçok mücadeleyi birleştirmek gibi tarihi bir görevle karşı karşıyayken bu noktada çok önemli bir sembolik anlama sahip bir siyasi liderin kenara çekilmesine nasıl bu kadar kolaylıkla ikna olunabiliyor? “Karara saygı göstermek” bu kadar ağır siyasi koşullarda partiyi çok ciddi sıkıntıya sokabilecek, zafiyet yaratabilecek bir hamleyi meşrulaştırabilir mi? Bu HDP’nin ödediği ağır bedellere karşı da bir haksızlık olmaz mı? Devletin de HDP’yi böylesi bir sıkıntıya doğru itelediği anlaşılıyor. Demirtaş’a da bir davasında ceza çıkararak onu fiilen, en azından hukuki anlamda oyun dışında bırakabilecekken bunu yapmıyor. Partinin, tek tip saldırısı da kapıdayken hukuken başkanlık yapmasında hiçbir sakınca olmayan başkanına sımsıkı sarılması gerekiyor. Bu dönemeci en sağlıklı bir biçimde ancak böyle dönebiliriz.
“Kişileri tartışmak anlamsız” gibi bir yaklaşımın da şu aşamada ne kadar manasız olduğu açıktır. Siyaset tabii ki son kertede kişiselleşen bir boyut kazanmaktadır. “Bu bağlamda devrimci politika söz konusu olduğunda kişilerin belirleyiciliğini ve önemini teslim etmeliyiz. Bu durum hem muhteşem hem de paradoksaldır. Özgürleşme siyasetleri bir yanıyla temelde anonim kitlelerin, adı sanı bilinmeyenlerin, devlet tarafından insanlık dışı bir biçimde değersizleştirilenlerin zaferidir. Diğer yandan ise baştan sona özel isimlerle doludur, o isimlerle anılır, temsil edilir, tarihsel olarak özdeşleşir, hem de diğer politikalardan çok daha güçlü bir biçimde… Tüm bu isimler tarihsel olarak bireylerde, bedenin ve düşüncenin saf tekilliğinde, bir hakikat olarak politikanın kırılma noktalarını oluşturan momentlerin son derece nadir ve kıymetli ilişkiler ağını simgelerler.” (Alain Badiou, “Komünizm İdeası”) Politik lider toplumsal mücadelelerin çok da kolay yetişmeyen bir ürünüdür. “Lider kültü”nün son derece önemli bir ağırlığının olduğu bir toplumsal kültürün içerisindeyiz ki bu sadece düzen partilerine özgü bir zafiyet olarak da algılanmamalı. Bunun en ideal durum olmadığı ortada ancak kitleler nezdinde siyaset yaparken bu gerçeğin üzerinden atlamak gibi “romantik” bir tutum içinde olma lüksümüz yok.
Demirtaş’ın şu noktada eş başkanlıktan ayrılmasının politik anlamda kazandıracağı görünür hiçbir olumluluk yoksa bu kadar kritik bir momentte bu adım neden atılıyor? Bu “bileşen hukuku” gerekçesine sığınılarak cevaplanacak bir soru kesinlikle olamaz. HDP’ye verilmiş olan 6 milyon oyun, 7 Haziran sonrasında yaşananların, en geniş kesimlerde partiye tutunmaya çalışma konusundaki büyük iradenin yarattığı nitel dönüşümü anlamamakta ısrar edenler gerçeği görünmez kılan ezberleriyle ve eleştirilere öfkeyle değil de siyasi akıl ve günümüz koşullarının dayattığı özenle hareket etmelidir.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]