Paris saldırısı sonrasında tüm dünyada “daha fazla devlet, daha fazla güvenlik” rüzgarlarının estirildiği, toplumsal gerilimlerin hem ülkeler bazında hem de küresel ölçekte artmaya devam ettiği günümüz koşullarında ülkemizde de halk iradesi ve egemenler arasında muazzam bir irade savaşı devam ediyor. HDP’nin iki halkın isyanını birleştirme mücadelesinin etkin sözcüsü ve Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin önündeki en büyük engel olarak görülen Demirtaş’a yapılan suikast girişimi devletin bu süreçte ne tür çılgınlıklara girişebileceğinin en açık ifadesi oldu. 7 Haziran’ı 1 Kasım’la yok sayanlar Demirtaş’ı ortadan kaldırarak ortak mücadelemizi darbeleyebileceklerini düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Göl mayayı çoktan tuttu! Sevgili Başkan’ımıza büyük geçmiş olsun.
Aziz Güler’in cenazesinin vatanına dönebilmesi için yoldaşlarının 2 ay boyunca mücadele etmesi gerekti. Kürt halkının da kendi kentlerinde esir olarak yaşamamak için başlattığı direniş de tüm devlet faşizmi sahnelerine rağmen momentum kazanarak devam ediyor. Mithat Sancar’a yapılan saldırı aslında bu momentumun yükselmesine duyulan öfkenin umutsuzca bir dışavurumu olarak da okunabilir.
Direnişin kendisi Batı’da özyönetim ile ilgili tartışmalara olan ilgiyi arttırıyor. Bu son derece önemli bir kurucu tartışmayı tetikliyor. Bu tartışma sayesinde AKP’nin dayattığı yeni rejim karşısında nasıl bir demokrasi talep ettiğimizi formüle etme şansı da bulacağız. Hem de sosyalizm deneyiminde iktidar uygulamalarıyla ilgili değerlendirmelerimizi güncelleştirme olanağını geliştireceğiz. En önemlisi de AKP’nin dayattığı bir tartışmayı değil de halk güçlerinin zorladığı bir kanalı derinleştirmiş olacağız. Sadece tartışmak da değil 7 Haziran sonrasında halklarımızı arasında açılmaya çalışılan mesafeyi birbirimizi daha iyi anlama zemini geliştirerek sıkılaştırma imkanı yaratacağız.
Demokratik Özerklik ve Özyönetim programı sonuç olarak Kürt Sorunu’nun demokratik ve halkçı bir zeminde çözümü için geliştirildi. Bu açıdan projenin ortaya konulan detaylarını büyük oranda Kürt Sorunu ekseninde karşı karşıya gelen politik aktörlerin arasındaki güç dengesi belirliyor. Kürt Sorunu’nun ayrı devletlere bölünme olmaksızın başarılabilecek ve devletin özel harpçi öz niteliğini büyük oranda dönüşüme uğratabilecek bir hamle olarak da değerlendirebiliriz özyönetim talebini. Bu kadar dallanıp budaklanmış ve köklü bir sorunun en asgari toplumsal tahribatla çözümünün yollarını göstermeye çalışıyor aslında hendeklerin başında bekleyen gençler. Batı’daki devrimci-demokrat kamuoyu bunu ne kadar çabuk kavrar ve sorunun demokratik çözümü için aktif bir taraf inşasını başarabilirsek AKP faşizmine karşı hendekleri ülke çapına yaymış oluruz ki 1 Kasım sonrasının karanlık momentinde kendimiz için de anlamlı çıkışı yapmış oluruz. 1 Kasım öncesinde beceremediklerimizin vebali hala omuzlarımızda.
Fakat bu dayanışmayı ve ortak mücadeleyi büyütürken özyönetimlerden tam da Kürt Hareketi’nin anlatmakta olduğunu anlamak zorunda değiliz. 2000’li yılların “iktidar olmadan dünyayı değiştirme” söylemleri kulağa ne kadar hoş gelse de ayaklarını yere çok da sağlam basamıyor. Evet, sosyalizmin 20. yüzyılda iktidar olma biçiminde çok zorun var, sınıfın kendisinin “özyönetim” aygıtları aracılığıyla iktidarı yerine sınıfın öncüsünün iktidarının kurumsallaşması ve bunun giderek sınıfı düzenden yabancılaştırması çok büyük sorun. Bu belki de “sınıf bilincini sınıfa dışarıdan taşımak” meselesinden başlayarak tartışılmayı ve yeniden kavramlaştırmayı gerektiriyor. Ancak bütün bu sorunlar “proletarya diktatörlüğü”nü gereksizleştirmiyor. İşte SYRIZA’nın başına gelenler ortada. 2000 civarında dolar milyarderinin servetlerini daha da büyütmek için dünyanın daha büyük bir cehennem haline dönüşmesine gözlerini kırpmadan yol verdikleri bir dünyada yaşıyoruz.
Devlet ile toplumu mutlak bir karşıtlık içinde konumlandırmak, sürekli diri bir halk inisiyatifinin devlet ile sürekli mücadele içinde demokrasiyi geliştirmek göreviyle karşı karşıya bulunduğunu varsaymak azınlığın iktidarı olan sermaye iktidarı için doğrudur ancak devlet ile özyönetimci halk örgütlenmelerinin diyalektik bir bütünlük içinde (kah zıtlık kah koordinasyon) toplumsal adaletsizlikleri çözme iradesinin de mümkün olduğunu görmezden gelmek zorunda değiliz.
Çağdaş demokrasilerin sınırı sermaye ilişkisinin dokunulmazlık çizgisidir. Siyaset ile ekonomi arasındaki görünmez ancak yüksek surlar burjuva demokrasinin sermaye açısından temel güvencesidir. Bu sınır zorlandığında en çağdaş, “koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misali kapitalizm eleştirisi yapan patronların içinden nasıl canavarlar çıktığını çok iyi biliyoruz. Bu sınır çizgisinin aşılmadığı, siyasetin iktisat üzerinde denetim kurmadığı bir demokrasi inşasının da mümkün olmadığını düşünüyoruz. Sosyalizmin tarihi sermaye ilişkisini ortadan kaldırmak için özel mülkiyetin devlet mülkiyetine geçmesinin yetersiz olduğunun da bir tarihidir ancak mülkiyet ilişkilerinde bir altüstlük yaratmadan “ahlaki ve politik ilkenin azami rol oynadığı, sınıflaşmanın pek gelişme imkanı bulamadığı, dolayısıyla iktidar ve devlet aygıtlarının ya zorlarını dayatamadıkları ya da karşılıklı tanımayla bir uzlaşmanın gerçekleştiği” bir sonucun ortaya çıkabileceğine inanmıyoruz. Mülkiyet ilişkilerine kamusallaştırma eliyle müdahale olmaksızın toplumla devlet arasındaki ilişkinin kalıcı olarak dönüştürülemeyeceğine inanıyoruz çünkü devletle toplum arsındaki çelişki esas olarak son kertede finans kapital ile geniş mülksüz yığınlar arasındaki ilişkinin politik bir tezahürüdür
Bu kurucu tartışmayı topluma yaymalı, derinleştirmeli, demokrasi güçleri arasındaki nüansları gören bir noktadan ortak bir mücadele hattı geliştirmeliyiz. Çünkü sonuçta şurası çok açık ki halkın doğrudan iktidar aygıtları 21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin ruhudur. El Alto’dan Gezi’ye, Peurta del Sol’dan Silvan’a, Nusaybin’e dünyanın tüm sokakları bu ruhla canlanıyor.