Türkiye Devriminin Dinamikleri ve
KÜLLENEN STRATEJİLER
Kuzey KARAHAN
29 Eylül 2010
Türkiye devrimci hareketi, 1960 sonrası ikinci doğuş yıllarında, yoğun bir strateji tartışması içine girdi. ’71 faşizmiyle bir kaç yıllığına kesintiye uğrayan bu süreç, devrimci hareketin aldığı ağır darbelere rağmen, kısa sürede toparlanmasıyla yeniden başladı. Ancak tartışmaların önemli bölümü yapılmış hatta bir kısım strateji, kısmen de sınanmıştı. Tartışmalar bir tekrardan sonra sonlandı.
’71 strateji tartışmaları daha çok arayışta yoğunlaşırken, özellikle ’70’lerin ikinci yarısındaki tartışmalar, benimsenen stratejilerin karşılıklı dövüştürülmesi oldu. Ama gene de dönemin özelliği, strateji tartışmalarının, mücadelenin gündeminde önemli bir yer işgal etmesiydi. Farklı siyasi eğilimlerdeki grupların küçük bir eylem tartışmasının bile birden strateji tartışmasına dönüşüvermesi olağan bir durumdu.
Bu durumu önbelirleyen ana etken, devrimci dalganın gücüydü. Devrim o kadar yakında hissediliyordu ki strateji tartışmaları ve stratejik hedefli mücadele, esas oluyordu. Artık herkesin hazır bir stratejisi vardı ve her siyasetin sıradan bir militanı –ezbere de olsa- straejisini bilirdi.
Bugün artık strateji tartışmaları yok. Bunun bir nedeni, bu konudaki tartışmaların yapılmış ve o dönemin kapanmış olmasındandır.(1) Dönem itibariyle Türkiye solu, stratejik tercihlerini yapmıştır. Diğer ve asıl önemli sebep ise o çok yakın hissedilen devrimin, artık ufuk ötesinde kalmış olmasıdır. Devrim ufku yitince ne stratejilere ihtiyaç kalmıştır, ne de stratejik hedefli mücadelelere. Ama sorsanız stratejiler vardır. Tozlu bir rafta, tozlu bir kitapçık olarak da olsa.
Bu yazı genel olarak, TDH’nin stratejilerden ne kadar uzak kaldığını, “stratejik müttefik” Kürt Ulusuyla ilişkisi ekseninde tartışacak.(2)
Stratejik Müttefik: Ezilen Ulus (Kürtler)
’70’li yıllarda stratejiler tartışılırken, -Kürt Ulusal Hareketinin de kendisini ortaya koymaya başlamasıyla birlikte- o zamanki adıyla “Milli Mesele” yani Kürt Sorunu da tartışılmaya başlandı.(3) Kürtler Halkı mı Ulus mu?.. Doğu mu Kürdistan mı, sömürge mi değil mi vb. dönemin ana tartışmalarından biri oldu. “Başka bir ulusu ezen bir ulusun, kendisi de özgür olamaz!” (Marx) ve “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” (Lenin) solun ana referanslarıydı. Ama herkes kendi yorumunu yapıp, kendi vargısına ulaşıyordu. Kürt siyasi hareketlerinin kendisini güçlüce ortaya koyması, bu tartışmaların olumlu yönde aşılmasını sağladı. Ancak bu kez Kürtlerin ayrı örgütlenme hakkı konusundaki tartışmalar yeni gerilimler yarattı. Bu süreçte çevrimyazıları yapılarak yayınlanan, Kıvılcımlı’nın İhtiyat Kuvvet: Milliyet (şark) yapıtı, gerek Türk ve gerekse Kürt solunda önemli ve önaçıcı bir rol oynadı. O güne kadar “Yarı sömürge bir ülkenin sömürgesi olamaz” vb. saçmalıklarına açık bir yanıt oldu. Kürt proletaryasının ayrı örgütlenebileceği, dahası Türkiye komünistlerinin böyle bir örgütlenmeye “ağabeyce” yardımcı olması önerisi, iki halkın devrimcileri arasındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesine yardımcı oldu. Bu dönemde, o güne kadar daha çok, DDKD (İlerlemeci TKP’nin bir versiyonu) ve DHKD (K. Burkay) çevreleri ile tanınan Kürt Solunun yanında yeni bir güç ortaya çıkıyordu: PKK. Örgüt özellikle, kendisini henüz doğum aşamasındayken boğmak isteyen yerel işbirlikçi feodaliteye karşı yükselttiği mücadeleyle, Kürt gençleri ve yoksul köylüleri arasında hızla yaygınlaşıyordu. Hareket ilk rezonansını; kardeş elini, Dr. Hikmet Kıvılcımlı düşüncesini savunan Sosyalist Vatan Partisi’nde buldu. Gene de Solun büyük çoğunluğu bu yeni harekete –reformist Kürt sollarının da propagandasıyla, en hafifnden!- kuşkulu yaklaştı.
Sonrası biliniyor. 12 Eylül, Diyarbakır zindan direnişleri ve giderek Eruh baskınlarıyla başlayıp güçlü bir gerilla hareketi; ardından şehirlerde ve kırlarda güçlü kökler salarak yaygınlaşan; Meclis’te, yerel yönetimlerde, STK’larda önemli bir siyasi güç olarak, kendini düzene dayatan bir Kürt Özgürlük Hareketi.
Yaşamın canlı pratiği her zaman “kitaplarda” yer almıyor. UKKTH ilkesi, “mantıksal” olarak ezilen ulusu yedek güç sayar ki bu, ezilen ulusun sayısal azlığından hareketledir. Devrimin öncü gücü olarak işçi sınıfı, oligarşiye karşı; diğer ezilen, sömürülen sosyal tabakalarla, onlara daha iyi bir yaşam vaad ederek ittifak kuracaktır. Topraksız köylüye toprak verecektir. Küçük üreticiyi banka/tefeci sömürüsünden kurtaracaktır. Ezilen ulusa, anadilini ve kültürünü kulanma ve geliştirme hakkını hatta istiyorsa, ayrı bir devlet kurabilme hakkını verecektir. Bu ittifak sadece düzene karşı daha “kalabalık” olalım diye değildir. Sosyalizmin özü de budur. Kapitalist sınıflardan başka, sosyal, etnik, cinsiyet aidiyetleri nedeniyle ezilen bütün kesimler üzerinden, baskı ve sömürüyü kaldıracak ve onlara özgürlük verecektir.
Diğer yandan sosyalizmin mantığı şöyle de işler. Devrimin stratejik ittifakları, devrim “kapıda” olmadığı zaman da geçerlidir. Sosyalistler, kapitalist sömürü düzeni sürdükçe, stratejik ittifak güçlerinin hak kavgalarının da yanında olacaklardır. Köylülerin banka ve tefecilere karşı mücadelelerinde, işsizlerin-işçilerin-emekçilerin yoksulluğa ve kapitalizme karşı mücadelelerinde, kadınların patriyarkaya mücadelelerinde yanlarında olacaklardır. Ve elbette ezilen Kürt Ulusunun anadilde eğitim hakkı için, siyasette temsiliyet hakkı için ve bugün Demokratik Özerklik olarak ifade ettikleri; kendi kaderlerini tayin hakkı için, mücadelelerinin yanında olacaklardır.
Devrim ve Demokrasi Mücadelesi
Bugün ufukta devrim görünmüyor. Ama kapitalizmin sömürüsü, baskısı, terörü kesintisiz ve bütün şiddetiyle sürüyor. Hatta neoliberal azgınlık, klasik kapitalist sömürüyü bile aratır durumdadır. Ama yığınlar on yıllarca süren; bir taraftan baskı, işkence, cezaevi, katliam ve terörle yıldırılarak; bir taraftan, futbol, manken, magazin vb. ile bilinçleri kırılarak depolitize edildi. Kısıtlı örgütlenme olanakları, yasal engellerle iyice daraltıldı. Buna rağmen düzene karşı tepkiler cılız da olsa dinmiyor. Fabrikalarından, işlerinden atılan insanlar tek başına günlerce, aylarca ama inançla, işyeri kapısı önlerinde direnebiliyorlar. Sendikal hakları için işçiler fabrika işgaline yönelebiliyorlar. Çevre yıkımına, HES’lere karşı insanlar direnebiliyorlar. Üniversiteliler YÖK’e karşı, Kamu emekçileri sendikal hakları için direnebiliyorlar. Bu düzen karşıtı direnmeler, nicel olarak güçsüz gibi görünseler de günümüz demokrasi mücadelesi açısından çok büyük değer taşıyorlar. Bu direnmeler, neoliberalizmin her alandaki saldırılarına karşı hak direnmeleridir ve önemlidirler. Paradoks gibi görünse de direnişlerinin gücü, sayısal zayıflıklarından geliyor. Çünkü direneninin az olduğu bir toplumda direnmek bir iradi güç gerektiriyor. Elektrik kesildiğinde yakılan bir küçük mum gibi önümüzü görebilmemizi sağlıyor, bir umut ışığı oluyorlar. Bunlar demokrasi direnişleridir ve ancak “stratejik ittifak güçleri”nin günlük ama dinmeyen dayanışmasıyla geliştirilip güçlendirilebilir.
Kürt Özgürlük Hareketi de (KÖH) bir hak, bir demokrasi mücadelesi veriyor. Politik örgütlenmeleri sürekli engellenmeye çalışılıyor, kurup örgütledikleri partileri kapatılıyor, mallarına el konuluyor. Eğer Meclis’te –kısıtlı da olsa- temsil hakları engellenemiyorsa kendi güç, başarı ve iğne deliklerinden geçebilme beceriyle mümkün oluyor. Milletvekillikleri ellerinden alınıyor. Etnik kimlikleri yasal güvenceye kavuşturulmuyor. Seçilmiş yerel yöneticileri, aktivistleri sudan bahanalerle tutuklanıp cezaevine konuluyor. Çocukları bile Türk çocuklarından farklı; özel Terörle Mücadele yasalarıyla yargılanıp mahkum ediliyor. Onların da devrim ve demokrasi mücadelesi bu yatakta akıyor. Ve onların da mücadeleleri ancak “stratejik ittifak güçleri”nin dayanışmasıyla geliştirilip güçlendirilebilir.
Demokrasi Mücadelesinin Bir Dinamiği Olarak Kürt Özgürlük Hareketi
Türk ve Kürt devrimci dinamiklerini kıyasladığımızda şu tabi ki hemen göze çarpıyor. Türk solu büyük ölçüde daralmış, güçten düşmüştür. Kürt özgürlük hareketi ise bütün baskı, terör ve komplolara rağmen gelişip güçlenmiş, Türkiyenin önemli bir politik gücü olmuştur. Yani “yedek güç” pratik olarak “asıl güç”ten daha güçlü ve etkin konuma gelmiştir. Bu durum devrim ve demokrasi mücadelesi açısından bir handikap mıdır? Ama bu soru, ittifak güçlerinden birini, başarısından dolayı yargılamak anlamına gelmez mi?
Gerçi kimse açıkça böyle bir şey söylemiş değil ama KÖH’e konan aşırı ve temkinli mesafenin arkasında, bu “orantısız güç” durumunun da bulunduğunu okumak zor değil.
Ayrıca taktik tutumlarda –son referandum örneğinde olduğu gibi- en önemli demokrasi dinamiği KÖH’den, çok uzaklara düşmüş olmanın da politik bir okumaya tabi tutuması gerektiği de açık. Referandumda, iddialar/savunmalar her ne olursa olsun (eğer egemen klikler arasındaki çekişmelerin anaforuna kapılmadıksa) yapılacak şey, düzen karşıtı bir muhalefeti, olabildiğince güçlü bir şekilde, düzene dayatmaktı. Bunu yapabilecek tek güç vardı: KÖH. Bu noktada, düzen muhalifi güçlerin KÖH’le birlikte, bir mevzide yoğunlaşması önem taşıyordu.
Burada bir saptamayı da öne çıkartmak gerekiyor. Türkiye’de devrim/demokrasi mücadelesinin gerilim hattı, Kürt sorunu üzerinden geçiyor. Düzeni hem politik hem pratik olarak en çok zorlayan güç, çok açıktır ki KÖH’dir. Onun için bugün, KÖH’nin yanında, arkasında duramayan; onun Demokratik Özerklik talebini sahiplenmeyen bir “demokrasi mücadelesi”nin sürekli topallayacağı bilinmelidir.
Kürt Özgürlük Hareketi’ne Karşı Tutumlar Ya da “KUMRAL TÜRKLER”
TDH içinde elbette Kürt Özgürlük Hareketine yakın duran, mücadelesini destekleyen SODAP, ESP, EHP, SDP, TÖP vd. siyasi kurumlar var. Ancak konumuz daha çok, KÖH’le arasına bilinçli bir mesafe koyan diğer sol çevreler; TKP, ÖDEP, EMEP, Halkevleri vb.
TKP ezilen ulus dinamiğini, stratejisinden hepten çıkartmış durumda. Onlara göre “İşçi sınıfımız, Türkler, Kürtler ve diğer ulusal, etnik öğelerden oluşan bir bütündür.” Ve TKP’liler mücadeleyi “Türk ve Kürt emekçilerinin ortak yurtsever bir kimlik ekseninde yürütecekler”dir. (TKP Program, abç) Bunlar için Kürt ulusallığı yoktur. “Kürt kökenli işçi” ya da “Kürt kökenli burjuva” vardır. Bunun, KÖH’nin devrimci dinamiğini, mücadelesini ve onun siyasal ve toplumsal kazanımlarını, ulusal dinamiğini yok sayan; inkarcı bir tutum olduğu açıktır. Bu tavır, Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkını reddeder. Zaten o yüzden yazılarında bol bol KÖH’ni milliyetçilikle, eleştiriyorlar. Eleştirilerini çokça, “Beyaz Türklerin” eleştirileriyle karıştırmak mümkün olabiliyor.
Postmodernist ÖDP, her şeyi bir “özgürlükçü sosyalizm” torbasına tıkıştırır. “Demokratik kültürün en zayıf halkasını Kürt sorununun oluşturduğu bilinciyle, çözümün Türkiye‘nin demokratikleşmesinin önünü açacağı akıldan çıkarılmamalıdır.” (Program) İlk bakışta iyi ya, diyebilirsiniz. Önce Türkler, demokratik kültürlerini geliştirecekler, medenileşecekler, sosyal adam olacaklar. Bu medeni sosyaller de Kürtlere anlayış gösterecek ve sonunda kendileri karlı çıkacaklar, çünkü medenilerin ülkesi de demokratikleşecek. Biraz şuna benzemiyor mu? Türk kapitalistler AB standardı bir “demokratik kültürde” değiller. Oysa bunlar medenileşse, ücretlileri bu kadar sömürmese, işsizlere işsizlik, hastalara hastalık sigortası ödese; şu garip ezilenlere biraz anlayış gösterse… Hem ülkemiz demokratikleşir, hem AB kapısında alnımız ak, başımız dik oluruz! Olur mu, olur! …da gene bir hatırlatma mı yapsak!.. Hani “Ezilenler, kurtuluşunuz kendi eseriniz olacak!”dı. Şimdi “kurtuluş” kimlerden bekleniyor? Ya da “Kurtuluşa kadar savaş!”masak mı?
Bu bakış sahibi tabi ki 16 yaşındaki çocuklarıyla dağda orduyla, 10 yaşındaki çocuklarıyla sokakta polisle dövüşen; beş çocuk anası kadınlarıyla, yetmişlik dedeleriyle meydanlara çıkan; ölen sakat kalan, tutklanan bir halkın –”demokratik kültüre” uymayan- özgürlük kavgasından ürker, kendini menzil dışı bir mesafede konuşlandırır.
EMEP, bir dönem KÖH’e oldukça yakın, onunla “çatı partisi” çalışmaları içindeyken, onların oyuyla milletvekili seçilme ilişkisi içindeyken hızla oradan uzaklaştı. Şimdi ulusalcı solun ana akımlarından TKP ile iş-güç birliği içinde. Referandumda da KÖH’e destek vermek yerine Hayırcı kampta yer aldı. Dönüp, geldiklere yerlere baktıklarında utanıyorlar mıdır?
Halkevleri çevresi ise yakın bir döneme kadar, bu çevrelerle arasına mesafe koyan daha radikal bir konumdan, giderek ÖDP ve TKP’ye yaklaştı. Türkiyenin devrimci kesimleriyle ve KÖH’le arasındaki mesafe giderek açılıyor. Yine Referandum süreci, Halkevleri’ndeki bu mesafe açma durumunu anlatıyor. “En büyük grubunu BDP’nin oluşturduğu bir de Boykotçular cephesi var. Batı’da ona en uzak duran solcu bile BDP’nin izlediği siyaseti anlamaya çalışıyor, empati kurmak için kendini zorluyor.” (Aktüel gündem, 6 Ağustos 2010) …Ama gene de anlayamıyor! Evetçi ya da Hayırcı oligarşi kliklerinin karşısına, düzen muhalifi güçlerin üçüncü bir alternatifi dayatma gerekliliğini anlayamıyor. Ve suçluyor: “(BDP) etkileyebildiği emek ve kitle örgütlerini de (hatta aydınları da), onların alan, örgüt ve siyaset gerçeklerini ve taleplerini hiçe sayıp BOYKOT’a taraf etmeye çalıştı.” Ve tavır koyuyor! “Bu tutumu haklı ve maruz görmek mümkün değildir.” (a.y.) Politik mücadele çocuk oyunu mudur? Bir politik yapının kendi politikasına/taktiğine, her çevreden insan kazanmaya çalışması nasıl eleştirilebilir. AKP Hakkarili Kürde, sen Kürtsün, burası da BDP’nin kalesi, en iyisi sen boykot et mi dedi? “Sahilden” Evet istemedi mi? CHP ve MHP, AKP’lileri Hayır’a ikna etmeye çalışmadı mı? Peki Halkevciler, Kürtlerin hatta BDP’lilerin “onların alan, örgüt ve siyaset gerçeklerini ve taleplerini hiçe sayıp” onları Hayır’a “taraf etmeye çalış”madı mı? Hiç olmazsa Kürt illerinde Boykot çağrısı mı yaptı? Hayır. “Bu tutumu haklı ve maruz görmek mümkün değildir.”
Bu arada Aktüel Gündem’in biz Boykotçulara bir de uyarısı oldu. “Bu arada diğer boykotçulara bir dost nasihatinde bulunmakta yarar var. İşçi sınıfının çıkarını PKK siyaseti ile bir tutanlar, onlar boykottan vazgeçerse durumlarını nasıl açıklayacaklarını şimdiden düşünsünler.”(A. G. 20 Ağustos 2010)
Düşündük. Bir kere tabi ki işçi sınıfının çıkarı = “KÖH(diyelim) siyaseti” değildir. (A.G. nereden çıkardıysa bunu!) Ama İşçi sınıfı ve KÖH stratejik olarak müttefiktirler. Çıkarları birbirlerinin çıkarlarına doğrudan bağlıdırlar. Devrim ve demokrasi mücadeleleri ortaktır. Baskısız, sömürüsüz, özgür bir dünya özlemleri ortaktır. Ama siz küllenen stratejilerinizin üzerindeki külleri üflemezseniz, bunu görmeniz zordur.
Diğer yandan, “onlar boykottan vazgeç(iverirl)erse”… Bu kuşku, bu güvensizlik Niye? Nereden kaynaklanıyor? “Onlar” kimi ortada bırakmışlar, kime hangi “kazığı” atmışlar şimdiye kadar? Kimi hangi yolun yarısında terkedip gitmişler? Tam tersine hep dayanışmayı öne çıkardılar. 30 yıl her alanda bunu yapmaya çalıştılar! 2 Türk sosyalist milletvekilini seçtiren, bir kaçını da seçtirmeye çalışan “onlar” değiller mi? Askeri, maddi, manevi her türlü olanaklarını, isteyen herkese fedakarca sunmadılar mı? “Onlar” geçenlerde bir röportajda, kimi Türk solunun nobranlığına karşı “İnsaf edin!” dediler, “Biraz elinizi vicdanınıza koyun!”
Daha sonraki bir Aktüel Gündem’de (3 Eylül 2010) şöyle bir “tesbit” göze çarptı. “Referandumu koz olarak kullanıp hükümetten bir şeyler koparma taktiği, Erdoğan’ın istediğini almasıyla çıkmaza girdi. Üstelik bu süreç BDP’ye güç de kaybettirdi.” Referandumdan az önce yapılan bu tesbit, bizzat Referandum sonuçlarıyla yanlışlandı. BDP’nin güç kaybetmediği ve –en azından- gücünü koruduğu, düzenin kendi sözcüleri tarafından kabul edildi. Ayrıca A. G. kendisi de (16 Eylül 2010)” Kürt Hareketi, yaz başında eylemsizlik pozisyonunu bırakarak aldığı inisiyatifi referanduma gel gitlerle dahi olsa taşımayı başardı” diyerek yeni bir durum; başarı tesbiti yaptı. Olumludur.
Halkevcilerde son zamanlarda, radikal bir tutumla kopuştukları ÖDP’nin zeminine doğru bir kayma izleniyor. ÖDP’nin EDP’cilerden “arınmasından” sonra gelişen bir süreç bu. Bu arınma “Devrimcileri” tatmin edecek mi göreceğiz. Ama “Devrimcilerin” devrimci zeminde durmaları, istenilendir. “Bir dost nasihatinde bulunmakta yarar” gördüğümüz için bu notu da eklemiş olalım.
Ezilenlerin Üçüncü Cephesi İçin!
Başladığımız yere dönelim. TDH, devrim ve strateji ufkunu büyük ölçüde yitirdi. Bu ufuk yitimi, “taktik tutumların stratejik hedefe hizmet etmesi” ilkesini de epeyce aşındırdı. Ufuksuz; stratejiye tabi olmayan taktiklerle, burnunun ucundan ötesini göremeyen miyoplar gibi ha bire kılıç sallar gibiyiz.
Devrim ve demokrasi mücadelesi stratejik bir yürüyüştür. Bu yürüyüş tüm ezilenlerin ortak ve sosyalizme varacak olan yürüyüşüdür. KÖH, bu yürüyüş kolunun asla vazgeçilemez bir bileşenidir. Onun, bugün bize göre çok daha güçlü olması hatta mücadelede öncü bir rol oynuyor olması kesinlikle bir terslik, bir dezavantaj olarak algılanmamalıdır. Tam tersine mücadelenin ortaklığı öne çıkartılmalı ve güçlendirilmelidir. Türkiye devriminin özgün ve güçlü bir dinamiği olan KÖH’le daha kardeşçe, daha örgütlü bir yürüyüş için Ezilenlerin Cephesini kurma çabasına girilmelidir. Türk ve Kürt Halklarının birbirleriyle çatışan çıkarları yoktur. Kurtuluşları ortaktır! Yürüyüşleri de kavgaları da ortak olacaktır!
Bir kere daha, Yaşasın Türk ve Kürt Haklarının kardeşliği!
Dipnotlar:
(1) Yeni bir strateji olarak; özellikle Latin Amerika kaynaklı 21. Yüzyıl sosyalizmi ve onun omurgasını oluşturan ağ örgütlenmeleri, katılımcı demokrasi ve ikili iktidar anlayışları henüz hakettiği yoğunlukta ve düzeyde tartışılmamaktadır.
(2) Aslında belirtmek gerekir ki Kürt Özgürlük Hareketi deneyiminin, 21 Yüzyıl Sosyalizmi ile -örgütlenme, demokrasi ve ikili iktidarlar bağlamında- uyumluluğunun da ciddi bir değerlendirmeye alınması gerekmektedir.
(3) Bilindiği gibi Denizler, Mahirler bu soruna ancak son zamanlarında, çok sınırlı değinebilmişlerdir. Özellikle Deniz’in darağacındaki son, ’’Yaşasın Türk ve Kürt Haklarının kardeşliği’’ sözleri, devrimci harekete değerli bir miras ve yol aydınlatan bir meşale olarak kalmıştır. Kaypakkaya’nın konuyla ilgili değerlendirmelerinin 1973’lere sarkması (o dönem bulunduğu coğrafyanın da etkisiyle) ’’gecikme’’ değil ’’erme’’ olarak değerlendirilmelidir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın hastalığı ve ölümünün, (Kürt sorununun henüz tartışılmaya başlandığı) geçiş dönemine denk gelmiş ve İhtiyat Kuvvet: Milliyet (şark) eski türkçe el yazmalarının, uzun yıllar bir çuvalda tıkılı kalmış olması da TDH’nin ayrı bir talihsizliğidir.