Temmuz ve Ağustos aylarında büyük bir hızla azalan ithalat, dış ticaret dengesinde önemli bir daralmaya yol açtı. Yükselen kur etkisiyle artan turizm gelirleri de düşünüldüğünde ithalatta yaşanan %25’lik azalma cari açıkta hızla bir düşüşün gerçekleşeceğinin işareti olarak okunmalı. %20’ler seviyesine gelen enflasyon oranı bu haftaki Merkez Bankası toplantısında alınacak politika faizi ile ilgili kararı son derece önemli hale getirdi. Bu karar, Saray rejiminin ekonomik stratejisi ile ilgili olarak da çok işaret vereceği için de önemseniyor. Cari açıktaki hızlı düşüş, Merkez Bankası faiz oranlarında “finans baronlarının” beklentilerine uygun bir artış yaparsa döviz kurunda bir dengelenmenin (nihayet!) yaşanabileceğini gösteriyor. 24 Haziran seçimlerinden sonra yaklaşık %40 yükselen kur, yükselişini büyük oranda koruyarak bir noktada sabitlenebilir. Ancak Merkez Bankası 300 puandan daha düşük bir artış gerçekleştirirse bu Erdoğan’ın yandaş sermayesi adına agresif politikalar uygulamaya devam edeceği yönünde okunur ve kurda yeniden yukarı doğru bir sıçrama gerçekleşir. Bu anlamda bu hafta ekonomi önemli dalgalanmalara açık olacak.
Diğer yandan kur dengelense de dengelenmese de önümüzdeki 6 ayın emekçiler açısından son derece zorlu geçeceği ortada. Yükselen enflasyon, artmayan ve hatta eriyen ücretler, okulların açılmasıyla birlikte artan harcamalar, kapanan şirketlerin arttırdığı işsizlik çarşı pazarda tansiyonun yükseleceğinin işaretlerini veriyor. Saray rejiminin yerel seçimler öncesinde krizin sonuçlarının halka yansımasını olabildiğince erteleme politikasının sınırlarına ulaştık. Büyümenin yavaşlaması, iş çıkarmaların artması ve bankalardan borçlanabilme maliyetlerinin son derece yükselmesi emekçiler ve küçük sermaye sahiplerinin üzerindeki basıncı arttırıyor. Toplumsal muhalefet, bu yükselen tansiyonun kendisini ifade etmesinin yollarını açabilmek durumundadır. “Şirketlerin borçlarının 81 milyonun borcu haline geldiği” yüzsüzlüğü karşısında hem faşist rejimi hem de hiç ayrıştırmadan bütün sermaye kesimlerini hedef alan bir dili oluşturarak işe başlamalıyız. Saray sofralarındaki şatafatla emekçi sofralarındaki sadelik arasındaki çelişki bile yeterince çok şey anlatıyor. Çarşı ve pazarlarda ortaya çıkan tepkiyi eylemlere dönüştürecek yaratıcı müdahaleler ve bunların sosyal medya üzerinden de yaygın bir görünürlüğe kavuşturulması önemli bir enerjiyi açığa çıkarabilir. İşsizlik sigortasının sadece işsizler için kullanılması, yandaş şirketlere verilen dövize endeksli ödemelerin TL’ye çevrilmesi, batan şirketlerin işçiler tarafından işletilmesi, mahallelerde küçük büyük demeden dayanışma örgütlenmelerinin geliştirilmesi, elektrik ve su harcamalarının belediyeler tarafından karşılanması gibi talepler daha canlı olarak işlenebilir ve hayata geçirilebilir. Devlet bankalarından yapılan “hatalı” ucuz döviz satışları ile hangi şirketlerin bilançoları düzeltilmektedir? TELEKOM rezaletinde tüm oklar Saray’ı gösterirken medya karartması altında süreçleri takip edemeyen halkın bilgilenme hakkı nasıl güvence altına alınacaktır?
Fakat muhalefetin önemli bir kısmı hala 24 Haziran’ın şokunun etkisini tam olarak üzerinden atabilmiş değil. Ekonomik krizle ilgili gelişmeler de nedense proaktif bir tutumla, önden karşılanmak yerine seyirci konumunda takip ediliyor. “Ekonomik kriz siyasi iktidarı kendiliğinden götürmez” doğru tespiti bu noktada aslında derinlerdeki bir umutsuzluğun “ne yapsak boş aslında!” nihilizminin bir ifadesi olarak bolca tekrarlanıyor. Krizin doğrudan sonuçlarının emekçilerin hayatına bomba gibi düşmeye başladığı bir momentte sol gazetelerde şu yorumları okuyoruz: “Türkiye kapitalizmi bir krizini daha atlatacakmış gibi… Neoliberalizm sonrasını işaret eden önemli yapısal dönüşümlerin varlığından bahsetmek ise güç… 2007-2008 Mortgage krizinin atlatılmış olması ve neoliberalizme karşı mücadelelerin ( Gezi, Occupy ve dünyanın diğer yerlerindeki anti-neoliberal hareketler) neoliberalizmi yenilgiye uğratamaması ve hatta doğru düzgün kazanım elde edememiş olması göz önüne alınması gereken bir gerçeklik.” ( Neoliberalizm, ‘ahbap-çavuş kapitalizmi’ ve Türkiye, E. Aykut, K. Yıldırım, Birgün Pazar, 9 Eylül 2018, s.17) Solun, bu mutsuz TV yorumcusu psikolojisiyle krizden politik sonuçlar çıkartması mümkün değildir. Kapitalizmin bir devrimle yıkılmadığı sürece tüm krizlerinden bir biçimde çıkabileceği ortadadır ancak bizler şu an her açıdan emekçilere büyük bedeller ödetmesi kesin, çatışmalı bir sürecin içerisinde bu bilinçle nasıl yol alabiliriz? 2007-2008 krizi atlatılmadı şimdilik “yükselen piyasalara” ithal edildi ancak solun ideolojik ve örgütsel bitkinliği bu gerçeği dahi görünmez kılmak için parande üzerine parande atıyor.
Benzer bir bitkinlik halini içine girilen yerel seçim tartışmalarında da gözlemlemek mümkün. HDP ve sosyalistler, seçimlerle ilgili gündemlere “yoğurdu üfleyerek” yaklaşmaları gerekirken, sanki seçimlerle ilgili son yıllarda yaşananlar son derece sıradan ve olağanmış gibi yeni bir seçim maratonuna şevkle hazırlanmak derdindeler. Bir kere yapılan tartışmalarda, 7 Haziran sonrası yapılan üç seçimin de niteliksel olarak demokratik seçimlerden başka, otokratik seçimler olarak tespit edilmesi noktasına gelinemiyorsa masadan kalkıp kendi işimize bakmaktan başka çaremiz kalmıyor demektir. Otokratik seçimler iktidarı seçmek için değil değişemeyeceği kesin olan iktidarı meşrulaştırmak için yapılan seçimlerdir. %1-2’lik bir farkla siyasi rejimin tümünü baştan yapılandıracak bir meşruiyet bu otokratik seçimlerle üretildi. Saray rejimi, tankla topla yapamayacağını ülkeyi OHAL koşullarında üç sopalı seçime götürerek başardı. Bu tespiti yapmadan “adam seçimleri kazandı, biz de az çalıştığımız için yeterince başarılı olamadık” söylemi toplumsal muhalefetin içini çürüten bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımla dirençli, öfkeli bir faşizme karşı mücadele hattı inşa edilemez. Halkın elindeki sınırlı egemenlik araçları, bir siyasi abrakadabra ile halkın elinden çalınmışken bu durumu görünmez kılma işi AKP’nin beceriksiz ideolojik bekçilerine bırakılmalıdır. Toplumsal muhalefet, seçimlerin nasıl yapıldığını yeterince gündem yapmadan bir seçimlere daha giderse faşizmin inşasının suç ortaklarından biri haline geleceğinin farkında mıdır? Herhangi bir seçimden sonuç alınabilmesi seçim koşullarının demokratik bir seçime dönüştürülebilmesi ile mümkündür. Muhalefetin başarısız adil seçim organizasyonunun yetersizliği, iktidarın egemenlik gaspının meşrulaştırılması sonucunu doğuramaz.
Zaten çıkarılan merkezi bütçe kararıyla, belediye harcamalarının dahi Saray’dan onay alınarak yapılabilecek olması aslında bir yerel yönetimin hala var olup olmadığını bile tartışmalı hale getirmiyor mu? Kürt halkının canını dişine takarak belediyelerini geri alması sonrasında yeni kayyımların atanması karşısında ne tutum belirleneceği şimdiden tespit edilmezse seçimlerde yeterli enerji seferber edilebilir mi?
Sonuç olarak toplumsal muhalefet seçimlerin bir imkân mı yoksa bir tuzak mı olduğunu tüm yönleriyle tartışarak yeni bir sürecin içine adım atmalıdır. Seçime karşı kayıtsızlık ve eylemsizlik nihilizmi çağrısı değildir bu. Ancak oyunu demokratik bir sahaya çekmeyi başaramadan malum bir sonuca çaresizce koşmanın yarattığı tahribatı görerek yapılan bir ihtiyat çağrısıdır. Toplumsal muhalefetin seçim çalışmaları dışında alternatif siyasi katılım biçimleri bulamıyor olması, iktidarın dayattığı koşullarda seçime giderek her defasında kuzu kuzu kafasını giyotine yatırmasını gerektirmiyor olsa gerek.
Bitirirken, yaşanan onca dava rezaletine rağmen Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyonu liberaller ile ulusalcılar arasında bir mücadele olarak görebilmek nasıl bir eblehliğin sonucudur diye de sormadan edemeyeceğim.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]