“Bir musibet bin nasihatten iyidir” demişler ya, 696 sayılı KHK da bu çerçevede değerlendirilmeli. 7 Haziran’dan bu yana yaşanan faşizmin inşası sürecini görmekte ve anlamlandırmakta zorluk çekenler gözlerini dehşet içinde kocaman açarak “bu kabul edilemez”, “Bu kadarına da pes” diyorlar. Ayhan Ongan isimli AKP’li birkaç ay önce “artık yeni bir devlet var” açıklaması yaptığında da benzer bir aydınlanma durumu yaşanmıştı. Büyük çoğunluk gerçek durumun tamamen farkında olduğu halde işlerine öylesi geldiği için düzeltmelere inanmış görünmüşlerdi. Bu seferkinde “düzeltiriz, yanlış anlaşılmış” faslı hızlıca tamamlandı. “Tek bir kelimesi bile değişmeyecek, söylenmek istenen çok açık”.
7 Haziran sonrasında sahneye konan demokrasi güçlerini çökertme planının gerçek boyutları böylece en kör göze batacak kadar açık bir biçimde ortaya konmuş oldu. Şaşırtıcı olan, sanki ortada bir hukuk varmış gibi hala düşünülebilmesi aslında. Erdoğan, 17-25 Aralık’taki yolsuzluk operasyonunu karşı operasyonla yanıtlaması sonrasında hukukla olan bağını tamamen askıya aldı. Son iki senedir gerçek anlamda “doğal hal”e dönmüş durumdayız. Yani hiçbir gerçek hukuk kuralıyla sınırlanmamış, sadece ittifak ilişkileri ve güç dengeleri, tehdit, şantaj, rehin alma mantığıyla yürütülen gerçek bir siyasi mücadele alanındayız. Hukukun kimseye sunabileceği bir “güvenlik” yok artık. Devletin kendisini meşrulaştırırken kullandığı “güvenlik mi özgürlük mü?” ikilemi toplumun makbul olamayan vatandaşları için tüm anlamını kaybetmiş durumda. Ne güvenlik ne de özgürlük. Devlet tarafından dayatılmış bir yeknesak “yerli-milli” çerçevenin içine sığmayan milim çıkıntınız varsa “ne özgür ne de güvende”siniz. Faşizmin muhalifi haine ve düşmana dönüştüren, güç ilişkisi dışında hukuku bütünüyle ortadan kaldıran, devletin kolluk güçleri dışında fanatik milis ordularını da seferber eden en klasik biçimi adım adım belirginleşmekte.
Dediğimiz gibi gidişat zaten bu yöndeydi. Bu yüzden daha da belirginlik kazanması bizleri dehşete düşürmez. Tam tersine anti faşist mücadelenin olanaklarını büyüten bu gelişmeden nasıl yararlanabiliriz diye düşünmek durumundayız. Dinçer Demirkent, bir süre önce Saray’ın tutumunu “Yapıyorum çünkü yapabiliyorum.” veciz ifadesiyle özetlemişti. Erdoğan’ın bütün kurgusu, yapabilme yeteneğinin önündeki tüm güçleri öyle veya böyle etkisiz hale getirmek. Bunun çok açık bir rejim değişikliği olduğunu belirtmekten geri durmamalı, “Eski durumu olumlamış mı oluruz?” gibi günün gerçeğinin hiç anlaşılamadığını ortaya koyan yaklaşımlardan tümüyle uzak durmalıyız. Erdoğan yapabilir durumda olmak için en büyük tehdit olduğunu düşündüğü kesimlere Kürtlere, sosyalistlere nefes aldırmamaya çalışıyor. İttifaklarını derinleştirmeye çalışıyor. Tribünlerdeki milyonları da kayıtsız ve tarafsız hale getirmek için masallar üretmeye devam ediyor. Son dönemin en gözde masalı hiç kuşku yok ki Kudüs. Hazırlığının önceden yapıldığını belli eder biçimde BM toplantısının hemen sonrasında kentlerdeki bütün ilan panoları “Kudüs’ü savunmak İnsanlığı savunmaktır.” afişleri ile dolduruldu. Tabii “Reis”in ufuk çizgisine dikilmiş gözleri eşliğinde. TÜİK’in istatistikleri sonuna kadar kurcalayarak, Maliye’nin tüm varlığını Kredi Garanti Fonu’na siper ederek ortaya çıkarılan %11’lik büyüme de bu resmin parçası. “Başkanlık sistemi geldi ABD’ye kafa tutan, dünyada en çok büyüyen ülke olduk.” edebiyatı çok yoğun bir biçimde yoksulların kulaklarına üflenmekte bu aralar. Taşeron işçileri kadroya alma hamlesi de Erdoğan’ın işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasının sarsılmasına müsaade etmek istemediğinin bir göstergesi.
Erdoğan içinden geçilen sürecin olağanüstülüğünün farkında ve ona göre oynuyor. “Yapabildiği için de yapıyor”. Sorun ona yaptırmaması gerekenlerin ne yaptığı aslında. 696 sayılı KHK’nın yarattığı aydınlanma duygusu demokrasi güçleri açısından bir karşı hamle olanağını tetikleyebilecek mi? Maraş katliamının yıldönümünün haftasında yeni Maraş katliamlarını teşvik eden bir düzenleme “engelleyicileri” ne kadar enerjik hale getirecek?
Öncelikle şunun altının muhakkak çizilmesi gerekir. Saray’ın bütün bu saldırıları gerçekleştirebilmesi toplumun yeterli direnci örgütleyememesinden kaynaklanmaktadır. Toplum, bu direnci fazlasıyla üretebilecek bir potansiyele sahip olmasına rağmen kendi içindeki parçalanmaları aşamayan diktatörlük karşıtı politik güçlerin inisiyatif ortaya koyamaması bu potansiyeli baskılamaktadır. Birbirine en yakın politik güçler dahi topluma güven verecek bir toparlanma içerisine girememektedir. Ülkenin önde gelen sosyalist, komünist yapıları faşizmi kendi içlerinde tartışmaktadır, ancak bir araya gelerek birlikte tartışamamaktadır. 1917 Ekim Devrimi’ni tartışmak için bir araya gelenler 2017 Türkiye faşizmini tartışmak için toplanamamaktadır. Oysa bugün kitlelerin diktatörlüğe karşı direnişi örgütleyebilmek için kendi politik aktörlerinin bir araya geldiğini görmeye ihtiyacı vardır. Hiç kuşku yok ki bugünkü yük, sosyalistlerin bir araya gelerek taşıyabilecekleri bir seviyenin çok ötesine geçmiştir. Ancak yine de devrimcilerin tutarlı, kararlı ve ortak bir anti-faşist mücadele programı ortaya koyabilmesi birçok farklı enerjiyi tetikleyebilir.
Bugün yaşanan ağırlık aslında büyük oranda 2000’lerin ilk on yılında yaşanan politik, örgütsel ve ideolojik örselenmenin bir sonucudur. 2000’lerin liberal iklimi, solun çok geniş kesimlerini 1990’ların topyekün savaş günlerine göre çok daha örselemiştir. AB süreci sonrasında burjuva demokrasisinin kalıcılaşarak istikrar kazanacağı “ifşa edilmeyen inancı” birçok alanda muazzam kireçlenmelere yol açtı. Gezi’nin görece “kolayca ve kendiliğinden” ortaya çıkışı da mücadelenin seyri ile ilgili beklentilerin şaşmasına yol açtı. Devrime ve diktatörlük karşıtı mücadeleye öncülük etmesi gereken devrimciler, “kitlelerin kendiliğinden patlaması”nın an meselesi olduğuna dair mistik hikayeler ürettiler. Devlet bloğunda gelişen çok özel bir çatlak konjonktüründe ortaya çıkan Gezi tipi bir isyanın, faşizmin inşası adına kapsamlı bir devlet eksenli ittifakın gerçekleştiği koşullarda bu beklentinin gerçekçi olmadığı artık çok daha iyi anlaşılıyor olmalı. Sosyalistlerin ve devrimcilerin, bugünün görevlerini omuzlayabilmeleri 2000’lerde ortaya çıkan liberal tahribatla hesaplaşabilme kapasitelerine bağlıdır. CHP-HDP eksenli bir demokrasi cephesinin oluşması önemli bir gelişme olur, bunu kimse görmezden gelemez, ancak sosyalist-devrimci öznenin tek mücadele perspektifinin bununla sınırlı kalması beklenemez. Sosyalist-devrimci özne, toplumsal direncin tam anlamıyla tutsak edilmeye çalışıldığı bir dönemde inisiyatif alarak direniş duygusunun güçlenmesi için bir hat inşa edebilmelidir. Bu hattı inşa edebilmek ise öncelikle varolan gerçekliği ve koşulları en ince ayrıntısına kadar fark edebilecek bir anlayış berraklığına kavuşabilmekle mümkündür. Aksi takdirde çeşitli gelişmelerin aniden yükselttiği yersiz beklentiler kısa sürede yerini gizli umutsuzluğa ve “kendini rutine hapsetmeye” dönüşebilmektedir.
Egemenler kendilerini bu kadar büyük bir gerginlik içerisine sokarak kendilerini de büyük bir risk içine attıklarının farkındalar o yüzden de zorun dozunu gün geçtikçe daha da arttırıyorlar. Ayakta kalabilmek için böyle yapmak zorundalar. İktidar bu hamleleriyle kendisinin de tuş edilebileceği pozisyonlar hazırlayan bir güreşçiye de benzetilebilir. Gerçekten de son iki yıldır yaşananlar, su üstüne çıkamasa da büyük bir yıkıcı güç biriktirdi. Ancak bu gücü örgütleme ve harekete geçirme kapasitesi ortaya koyamazsak, Franco ve Salazar rejimlerinin reenkarnasyonu ile de karşı karşıya kalabiliriz. Kısa vadede, yakın güçlerin ortaklaşması, bu ortaklaşmanın çok daha görünür hale getirilmesi ve düzenin anlık darbelerine karşı moral üretecek konumlar alabilmek hayati önemdedir.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]