Türkiye tarihinin en büyük maskaralıklarından birisi 29 Ekim 2006’dan itibaren “Bilimsel düşüncenin gücü” sloganı ile kamuoyuna duyurulan Erke Dönergeç isimli “yüzyılın buluşuydu”. Lise seviyesinde fizik bilen bir öğrencinin duyduğunda kasıklarını tutarak gülme krizine girmesini sağlayacak bu “şey”in petrol, su ve doğalgaz kullanmadan elektrik ürettiği iddia ediliyordu. Termodinamiğin 2. yasası ile tamamen ters düşen, tükettiği enerjiden fazlasını üreten bu zavazingonun nasıl çalıştığı ile ilgili sorular ise basına icadın sunumunu gerçekleştiren “şirket danışmanı” emekli Tümgeneral Çetin Uğural tarafından gizlilik gerekçesiyle geçiştirilmişti. Zaten bu saçmalığı tarihsel kılan da buydu. Basına ürünün lanse edildiği toplantıya katılanlar kapanmaktan olan bir devrin siyasi elitlerinin en elit temsilcileriydi. Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Kara Kuvvetleri eski Komutanı Muhittin Fisunoğlu katılımcılar arasındaydı. Tükenmekte olan bir hegemonyanın hazin çırpınışlarının en traji-komik anlarından birisi, “Devrim Arabaları” gibi üzerine filmler çekilmesini, romanlar yazılmasını hak eden bir cahil cesareti olarak tarihe geçti. “Milyonlarca Türkiyelinin kaderine yıllarca bu adamlar mı hükmetti?” sorusunun cevabının dehşetinin en yoğun olarak hissedilebileceği anlardan birisiydi. Zaten arkasından gelen Ergenekon Davaları, 12 Eylül referandumu 1. Cumhuriyet’in iktidar bloğunu dağıttı, adım adım 2. Cumhuriyet’i kurdu.
Bugün de çözülen hegemonya günlerinden geçiyoruz. 2. Cumhuriyet rıza üretme kapasitesini yitirdikçe zorunu geliştirerek, istisnai rejimin sunduğu olanaklara süreklilik kazandırarak ayakta kalmaya çalışıyor. Fakat bütün bunların, toplumun çıkarlarını düşünerek değil de (ki hegemonya kurabilmenin en önemli koşulu, yaptıklarının tüm toplumun çıkarlarına hizmet ettiğine gösterebilmektir) tek bir kişinin iktidarını korumak için yapıldığı giderek belirginleşiyor. Kurulmuş olan ittifaklar bu durumun yükü ile zorlanıyor, çözülüyor. Günü kurtarmak için 7 Haziran ve 15 Temmuz sonrasında kurulmuş olan yeni ittifaklar ise gemiyi yüzdürmeye çalışanlara güven vermiyor, her an kurt adama dönüşebilecek olma ihtimalleri tedirginliği daha da arttırıyor. Bir de üstüne üstlük küresel kapitalizmin merkezleri ile yaşanan sorunlar telaşı daha da büyütüyor.
Bu koşullar da kurulan Varlık Fonu ise giderek 2. Cumhuriyet’in Erke Dönergeci olma yolunda ilerliyor. “Bilim”in yılmaz emanetçileri nasıl bilimsel yasaları ayaklar altına alıp yoktan enerji üreten bir kuvvet dönergeci ile tarihsel haklılıklarını ispatlamaya kalktıysa şimdi de ekonomisini döndürmek için sürekli sıcak paraya ihtiyaç duyan bir “küresel sermayenin eski sevgilisi” bir iktidar, bütçe fazlası-dış ticaret fazlası veren ülkelerin icadı bir Varlık Fonu ile “büyüklenme” sevdasını ayakta tutmaya çalışıyor. Devletin neredeyse tüm mal varlıklarını kanatları altına almasına müsaade edilerek küresel kapitalizme karşı destanlar yazılmaya çalışılıyor. Bu destanlar zaten gerçek hayatta olmasa bile Yiğit Bulut tarafından TRT programlarında yazılmaya başlandı bile.
Geçtiğimiz günlerde başkanının görevden alınması sonrasında Varlık Fonu’nun her nedense 5 milyar dolar borçlanmak için Çin bankaları ile görüşmeler yapmaya başladığı basına sızdırıldı. İşin garip tarafı “gizlilik ve milli menfaatler” sebebiyle ülkenin tüm servetinin bağlandığı Fon’da neler olduğu kimse tarafından tam olarak bilinmiyor. Ancak diğer tüm Varlık Fonları yatırım yapacak karlı pazarlar ararken bizimkinin borç arıyor olması tabii kendisinin ne büyük bir icat olduğunu da dünya iktisat literatürüne ne büyük bir katkı olduğunu da ortaya koyuyor. “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi”
Ancak gariplikler Varlık Fonu ile sınırlı değil. Uğur Gürses’in 23 Ekim’de Hürriyet’te çıkan yazısında ortaya koyduğu veriler işin Varlık Fonu’nun borç aramasından daha sıra dışı bir noktada olduğunu ortaya koyuyor. 9 aylık bütçe açığı 40 milyar lira iken aynı dönemde hazinenin net borçlanması 67 milyar lira. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın mevduat hesabında birikmişler 30 milyar liraya ulaşmış. Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Maliye Bakanı 2018 yılında “Hazine’nin daha yüksek bir nakit varlıkla yeni yıla girme ihtiyacı”ndan bahsediyordu. Erdoğan’ın Meclis grubunda yaptığı konuşmada da Merkez Bankası rezervlerine yapılan bir vurgu vardı. Uğur Gürses’in yazısında aynı zamanda Merkez Bankası’nın 40 yıllık rezerv politikasını değiştirerek altın rezervlerini arttırmaya başladığını, haftalık 2-3 ton altın almaya devam ettiğini de söylüyor. O kadar ki Mart ayında 116,1 ton olan rezerv Ekim’de 171,9 tona çıkmış.
Belediyelere el konma meselesinin de sadece 16 Nisan’da alınan düşük oylarla alakalı olduğunu ya da “FETÖcülerin temizlenmesi” olduğunu düşünmek gerçekçi değil. Devlet bütçesinden sonra en büyük bütçeye sahip kurumlar olarak nitelenebilecek İstanbul, Ankara gibi illerin “itiraz edebilecek” başkanları devreden çıkarılarak devletin mali olanaklarının tamamen Saray denetiminde merkezileşmesi sağlanmaya çalışılıyor gibi görünüyor.
Bütün bu gelişmeler hükümetin ciddi bir ekonomik saldırıya hazırlanmakta olduğunun göstergesi olarak okunmalı. Bu ekonomik saldırının gerekçesi Zarrab Davası sonrasında Türk bankacılık sistemini istikrarsızlaştırmaya dönük bir gelişme olabilir mi? Bununla ilgili beklentilerin arttığını görüyoruz.
Siyasi gelişmeleri de bu beklentinin ışığında okumakta fayda var. Akşener’in partisi 2001 krizinin yarattığı siyasi altüst oluşun olası olanaklarını kullanabilmek için konumlanmaya çalışıyor . Türkiye sağının kısırlığının ve intihalciliğinin yeni bir tezahürü olmaya aday projesi (AK Parti-İyi Parti, Ampul-Güneş) Türkiye halklarına yeni bir şey sunma şansına sahip değil ancak 16 Nisan’ın en önemli siyasi sonucunun -“Erdoğan’ın Türkiye sağı üzerindeki hegemonyasının çözülüşü”- somutlaşmış hali olmaya çalışacak. Kılıçdaroğlu’nun erken seçimi gündemleştirmesi de yaklaşan ekonomik fırtınayı görerek mi yapıldı emin değilim ama bu çerçeveye uyum sağlıyor.
2. Cumhuriyet’in siyasi aktörleri Türkiye toplumunun önüne siyasi bir proje koyabilme yeteneklerini kaybetmiş görünüyorlar. Demokrasi ve sosyalizm güçleri milliyetçiliği aşan bir teritoryal vatandaşlığa, zenginden yoksula doğru bir yeniden paylaşıma, bölgesel barışı ve kaynaşmayı merkeze alan bir dış politikaya dayalı 3. Cumhuriyet projesi ile böylesi bir karmaşada hamle üstünlüğü kazanabilir. Ancak bu olanağı değerlendirebilmesi için kendini inşa ve ifade etme konusunda çok daha radikal ve hızlı adımlar atma mecburiyeti de giderek büyüyor.
Dipnotlar:
1 “2.Cumhuriyet” adını Altan Kardeşlerden önce 27 Mayısçılar yaygınlaştırmak istediler ancak Kıvılcımlı’nın “27 Mayıs ve Yön Hareketi’nin Sınıfsal Eleştirisi” kitabında açıkça ortaya koyduğu gibi 27 Mayıs, 1. Cumhuriyet’in restorasyonu hamlesiydi.
2 Böylesi dönemlerde “garip” kelimesinin sözlük sayfalarından kanatlanıp uçuvermesini mümkün kılacak kadar hafifliyor.
3 Akşener, sağın klişelerinden biri “tarih tekerrürden ibarettir” diye düşünüyorsa çok yanıldığını uzun süre geçmeden görecektir. Erdoğan 2001’in olanaklarından yararlanırken 28 Şubat büyük oranda çözülmüştü, siyasi rejimin olağanüstü boyutları törpülenmişti. Öcalan’ın yakalanması sonrasında da devletin beka kaygısı en düşük seviyeye inmişti. Bugün bu göstergelerin hepsi “Hoca” Davutoğlu’nun deyişiyle “360 derece ters” konumda!
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]