Bu benim, işe yeni başlayacak şirket çalışanlarının stajlarında yaptığım ilk konuşmadır. Önce odanın tamamında göz gezdirir, sonra stajyerlerden birini rastgele kaldırırım. Sonra şöyle derim: ‘Hadi bakalım, senin için bir iyi, bir de kötü haberim var. Önce kötü haber: Şimdi senin el ya da ayak parmaklarının tırnaklarını kerpetenle sökeceğiz. Üzgünüm ama maalesef böyle bir karar verilmiş durumda. Değiştirmek mümkün değil.’Çantamdan, önceden hazırladığım kerpeteni çıkartıp, herkese gösteririm. Herkes iyice görebilsin diye zamana yayarak. Sonra şöyle derim: ‘Şimdi de iyi habere gelelim. El tırnaklarının mı, yoksa ayak tırnaklarının mı çekileceği konusunda seçim sana bırakılmış durumda. Hadi bakalım’….Stajyer yanıtlar: ‘Bilemiyorum. Herhalde ikisi de aynı ölçüde acı verir. Fakat ikisinden birini seçmek zorunda kalınca, çaresiz ayağımı seçtim işte.’Ben de o stajyerin elini sımsıkı tutarak tokalaşır şöyle derim: ‘Gerçek hayata hoş geldin!’.Welcome to real life!” ( Haruki Murakami, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları,s.181)
Hepimizi her gün tırnaklarımızın çekildiği bir dünyaya mahkûm eden sermaye iktidarının, kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalist toplumların tarihsel özgünlüğü olarak ortaya çıkan siyaset-ekonomi ayrımı da Murakami’nin son romanında şarlatan bir yaşam koçuna anlattırdığı “sonucu değiştirmeyen” seçenekler alanını yaratıyor. “Üzgünüm ama maalesef böyle bir karar verilmiş durumda”. Yani o alana dair karar alabilme şansımız yok. Kapitalist üretim ilişkilerinin çekirdeği siyasetin müdahale alanından çıkarılmış vaziyette. İşte tam bu noktada insanlığın karşı karşıya kaldığı devasa krizin trajik boyutu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bütün sorunları yaratan esas sürecin gözlerden ıraklaştırılması ve bu çekirdekle ilgili tartışmanın marjinalleştirilebilmesi. Oysa günümüzde IŞID, petrol, Ortadoğu, Ebola, yabancı düşmanlığı, yoksulluk gibi tüm toplumsal meselelerin çıkış noktası olarak sermayenin sınır tanımaz egemenliğini masaya yatırmak ve kontrol altına almak gerekiyor. Toplumun kolektif ürünü olan, her zamankinden daha fazla devasa ve küresel bir işbölümünün sonucu olarak üretilen sermayenin özel mülkiyetinin yarattığı anomali nasıl giderilecek? Ortada tüm toplumun ortak yaratısı olan bir sermaye varsa ve bunun bireyler tarafından tekelci biçimde mülk edinilmesi dünyayı yok oluşa ve sonu gelmez savaşlara sürüklüyorsa bu kontrolsüz güç nasıl toplumun denetimine alınacak?
Piketty’nin Sermaye’sini Marx’ın Kapital’inin alternatifi ya da güncel versiyonu olarak görebilmek mümkün değil. Ortada bir veri yığını ve buradan çıkarılan çok da sistemli olmayan sonuçlar var. Fakat bu veri seti de yoksulluğa sebep olanın büyük oranda toplumun ekonomi üzerinde denetiminin zayıflaması olduğunu dolaylı olarak anlatıyor. Servetin dağılımının görece düzeldiği, gelir adaletsizliğinin görece gerilediği yegâne dönem 20. yüzyılda sosyalist hareketlerin ve işçi sınıfının devrim tehdidinin etkili olduğu yıllar. 71 krizi ve neo-liberal karşı devrim ile birlikte makas yeniden açılmaya başlıyor.
Geçtiğimiz günlerde 97. Yıldönümünü kutladığımız Büyük Ekim Devrimi’ni de aslında toplumun ekonomik güçleri denetim altına almasına dönük bir hamle olarak değerlendirmek gerekir. Hatta bu hamle 1950’lere kadar muazzam bir prestijle kapitalist ülkeleri de kendisine benzeyen ekonomi politikaları uygulamaya sevk etti. Burada ekonomiyi toplumun denetimine almak için bulunan yol özel mülkiyetin kaldırılması ve devlet mülkiyetiydi. İşçi sınıfının ve ezilenlerin büyük tarihsel kazanımlar elde ettiği bu dönem maalesef yine geçtiğimiz günlerde yıl dönümü yaşanan Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla simgelenen acı bir biçimde kapandı. Sosyalizmin bir duvar ile simgelenir hale gelebilmesi de –her ne kadar kapitalist “hür” dünyanın yürüttüğü psikolojik harbin doğrudan bir sonucu olsa da- aslında içinde başarısızlığıyla ilgili ciddi ipuçları barındırıyor.
Bu başarısızlığın en önemli sebebi hiç kuşku yok ki aracın amacı ikame etmesi ve bunun bir tür kast iktidarı ile kalıcılaştırılması. Devlet mülkiyetinin, doğrudan halkın öz örgütlerinin ekonomi üzerinde denetiminin en ilkel ve ön biçimi olduğu unutulup bunun bir bürokratik kastın iktidarının en önemli güvencesi haline gelmesi ezilenlerin direnci tarafından dönüştürülemeyince sosyalizm yenildi. Aslında burjuva düşüncesinin en temel yönü olan siyaset ve iktisadın birbirinden ayrıştırılması fikri, ekonominin bir tür uzmanlık alanı olarak tamamen parti devletin denetimine bırakılması ile sosyalist düşünce içinde de kendisine bir yansıma bulmuş oldu. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve tüm mülkiyetin devletleştirilmesi devrimci bir ekonomi politikasının en temel bileşeni haline geldi ama bu adımın sonuçlarının toplumu devlet karşısında güçlendirip güçlendirmediği de aynı analizin bir parçası haline gelemedi. Parti devlet iktidarı ile ezilenlerin, üretenlerin iktidarı aynılaştırılınca da bu tartışmayı yürütmek gereksizleştirildi. 21. Yüzyıl sosyalizmi bu çelişkiyi aşarak çözebilirse yoluna devam edebilir. Ekonominin salt bir kalkınma, etkinlik ve birikim meselesi olarak algılanmadığı ve toplumsal denetimin doğrudan demokrasi ile gerçekleştiği bir sosyalizmin güzel bir fikir olmaktan, gerçek, sürdürülebilir bir yapı olarak inşası esas hedeftir. Sol popülizm ile 21. yüzyıl sosyalizmi arasındaki turnusol kağıdı da buralarda bir yerde duruyor.
Devlet mülkiyetinin sosyalizme yol açamaması Marksist düşüncenin pınarını kurutan bir gelişme olarak okunamaz. Çünkü Marx da bu bir araçtır, esas olan toplumun üretim süreçleri üzerindeki denetiminin gerçekleşmesidir. “Değişim için, özgür insanların birliğini ortak sahibi oldukları üretim araçlarıyla çalışmalarını ve kendi emeklerini tek bir toplumsal emek gücü olarak kendi sınıfsal gücünün bilincinde olarak istedikleri şekilde tüketmelerini düşlüyoruz” (Marx, Kapital) Devlet mülkiyeti, daha geniş bir çerçevenin öğesi olarak okunmadığı sürece insanlığın kurtuluşunun güvencesi olamayacağını ispatladı. Fakat toplumun üretimi tüm şart ve sonuçlarıyla birlikte denetimi altına alamamasının yarattığı sosyal vakalar dünyayı artık yaşanamaz bir yer haline getirirken, özel mülkiyetin kalkınmanın ve özgürlüğün güvencesi olduğuna dair 1990’larda oluşan hegemonya çözülürken halk hareketleri bu konuda geniş bir yelpazede arayışına devam ediyor. İspanya’nın yükselen gücü PODEMOS günlük çalışma süresinin 35 saate inmesini, servete vergi konmasını, bankaların faaliyet alanının daraltılmasını vazeden bir programla doğrudan demokrasi taleplerini bütünleştirerek ülkenin 1. Partisi haline geliyor. Venezuela’da Bolivarcı ekonomi özel mülkiyeti tümüyle ortadan kaldırmadan halk inisiyatifini geliştiren ve paralel, kamucu Bolivarcı ekonomi kurumlarını inşa ediyor. Kürt Özgürlük Hareketi, demokratik özerkliğin bir bileşeni olarak kamusal ekonominin yeni biçimlerini tartışıyor. Tüm bu hareketler sahici, gerçek politik özneler olarak ezberciliğin sağladığı konformizmi aşan arayışlar içerisindeler. Dayanışma ekonomilerinin inşası, temel ihtiyaçların meta olmaktan çıkarılması, işyerlerinde işçilerin denetim kapasitesini arttırmaya dönük düzenlemeler, sendikaların güçlenmesi ve sadece paylaşımın değil de üretimin de düzenlenmesinde söz sahibi olması minima programın bileşenleri olarak güncellenebilir.
Bu taleplerin bir kısmı düzen tarafından karşılanabilecek reformist talepler olarak da görülebilir. Fakat kamusal olanın inşasının kendisinin de bir evrim içinde olabileceğini unutmamak gerekiyor. Talebin ve programın düzen de ne kadar köklü dönüşümler yaratıp yaratmayacağından ziyade sınıfın, ezilenlerin özneleşmesinde nasıl bir rol oynadığı çoğu zaman çok daha önemli oluyor. “(proleteryanın)kazandığı şey, devrimci kurtuluşu için üzerinde mücadele ettiği zeminin kendisiydi, hiçbir şekilde bu kurtuluşun bizatihi kendisi değil” (Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) . Bir talebin ve programın başarısı politik tutarlılığından ziyade sınıfı bir mücadele öznesi, kendi hayatının sahibi olarak kurabilme kapasitesidir.
Sonuçta anlamsız tercihlerin içinde boğulmamak için kapitalizmin kalbine, özel mülkiyetin denetimsiz egemenliğine hamleler yapan bir siyasi programı geliştirebilmek, siyasi mücadelenin temel gerilimini burada üretebilmek durumundayız. Görünmeyen eli görünür kılıp yerine doğrudan demokrasi ile şekillenen ezilenlerin iradesini yerleştirmek, meselenin esas düğüm yeri burada.
[button link=”www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]