Takvim yapraklarının en güzel günlerinin yıl dönümü geldi. 28 Mayıs’ta kurulan çadırlardan o unutulmaz 31 Mayıs gecesine ve 15 Haziran’a kadar Gezi Parkı’nda yaratılan komünün bütün ülkeye soluttuğu özgürlük havasının toplumu direnişe dönüştürmesine ve umutların, iyimserliğin, insana olan inancın doruğa çıkmasına sahne olan 3 hafta…
Gezi, bir büyük direnişin, zulme karşı başarılı bir kalkışmanın toplumu sağaltıcı etkisinin de deneyimi olarak yaşanmıştı. İnsanlar kendilerini kelepçeleyen korkularından, kafalarındaki dar sınırlardan, küçük günlük hesaplardan uzaklaştıkça güzelleşmişlerdi. Muazzam bir yaratıcılık, büyük bir mutluluk, her türlü bencilliğin ve bireyciliğin sorgulandığı bir ruh hali ortama egemen olmuştu. Yaşayan herkesi derinden etkileyen o ruh halinin hatırası bile kapitalizmin ve devletin insanlığı ne büyük bir kötülük yaptığının vesikası olarak bir tarafa kaydedilmeli. Büyük İnsanlık direnişle birlikte yaşama gözlerini açabilmişti.
Bir gecede bir ışık yılı yol alarak toplum, onlarca yıldır üzerinde birikmiş her türlü tortuyu sorgulama konusu haline getirmişti. Kapitalizmi, devleti, medyayı, Kürt sorunu ile ilgili ön yargıları, öteki ile kurduğu ilişkiyi, kariyer hesaplarına dayanan bir hayatı, evine kapanarak, kendini sakınarak yaşamayı, orta sınıf değerlerini kitlesel, topyekûn bir sorgulama… İnsanların büyük bir hızla seyirci konumundan sıyrılarak özneler haline gelmesi, direnişin aynasında kendisini görmesi, zulme karşı direndiği için kendisi ile barışması, mücadele içinde “öteki”nin kendi cehennemi olmadığını fark etmesi, politikanın smokinli, kravatlı, “ekose ceketli”, resmi plakalı, güneş gözlüklü “profesyonel” politikacılara bırakılamayacak kadar önemli bir iş olduğunu hatırlaması, bunların hepsi çok kısa bir zaman içinde yoktan var olmuş gibiydi. Toplum yıllardır biriktirdikleri üzerine yaşanacak bir ülke yaratmak için kolları sıvama hissine kapılmıştı.
Erdoğan ve AKP hala narsistçe bir tutumla, hayatın merkezine kendisini ısrarla koyan bir bilinçle Gezi’yi hala kendilerine karşı bir kumpas olarak okumaya ve okutmaya çalışıyorlar. Kumpas kısmı bir yana Gezi, AKP/Erdoğan karşıtlığı ile tanımlanamayacak ve sınırlanamayacak kadar büyüktü, geniş ufukluydu. Toplumun yaşamak istediği bir ülkeyi yaratmak için kendisini özne olarak inşa etme arzusunun somutlaşmış haliydi.
Gezi 15 Haziran’da parktan çıktı, ama yenilmedi. Bütün taktiksel hatalara rağmen Gezi’de ortaya çıkan umut 7 Haziran öncesinde HDP’de en doğrudan politik meyvesini verdi. Rojava’da ve Gezi’de büyüyen direnişler Türkiye siyasi tarihinin en önemli karşıt hegemonyasının kurulmasını sağladı. Devlet Özel Harp aygıtını devreye sokarak yeniden savaş başlatmasaydı, bugün bu karşıt hegemonyanın dudakları uçuklatacak kadar büyük bir hızla iktidarlaşma hamlelerine tanık olacaktık. Bu karşı hegemonya bloğunun düzene yarattığı tehdittir bugün 80 biri birine benzemezi Erdoğan’ın diktatörlük hayalleri ekseninde buluşturan. Halklarımızın isyanlarının birbirini büyütecek şekilde konumlanması ve rezonansa gelmesi yaratabileceği olası sonuçlarla bütün iblisleri dehşete düşürdü. Şimdi var güçleriyle bu bloku dağıtmak, herkesi yeniden kendi mekanına hapsetmek, Gezi’nin yeşeren büyük insanlığını boğmak için büyük bir seferberlik yürütüyorlar.
Kendileri açısından haklıdırlar. Devlet ve egemen sınıflar ellerindeki tüm kozları masaya sürmeden yenilgiyi asla kabul etmezler. Toplumun özgürlük taleplerini faşizmle sınarlar. Yapmaya güçleri yettiği müddetçe her türlü insanlık dışılığı ve vahşeti hayat geçirirler.
Böylesi dönemlerde inisiyatifin halkın örgütlü kolektifi, öncü güçleri, direnç odakları tarafından üstlenilmesi bir zorunluluktur. Öncü, kitlelere uzaktan çağrıda bulunarak sorumluluğundan kurtulamaz. Kitleler kıpırdayamaz hale geldiyse onları örgütlemek, özgüvenlerini arttırmak, düzen güçlerinin maneviyatını bozacak direnişler ortaya koymak, umutları diriltmek öncünün görevidir. Faşizm koşulları aynı zamanda uzaktan çağrılarla iş kotarmanın bittiği anlamına da gelmektedir. KESK’in son laiklik mitingleri de bunun delilidir. Öncü bu süreçte kitlelerin politik aktör haline dönüşebilmesi için çok daha fazla ezilenlerin içine gömülebilmelidir. Toplumda yeni dayanışma ve direniş ağları inşa etmelidir. Bu inşa için her türlü aracı kullanabilmelidir. Gezi’den ortaya çıkan o kahredici gücü yeniden yaratmak için sabırla, ısrarla ve özgüvenle topluma direnç, halka omurga kazandıracak bir örgütü inşa çabasına soyunmalıdır.
Evet, karşımızda büyük bir gerici koalisyon saldırıyor. Görünürde bunu püskürtecek gücümüz olmayabilir. Fakat 31 Mayıs gecesinin o müthiş duygusu aslında tam da bu durumun nasıl da bir anda aşılabileceğinin gerçekliğinden kaynaklanmıyor muydu? Gücünü haklılığından alanlar, bazen tek başına bile kalsa zulme pes etmemekten beslenen ruhlar, kapitalizmin ve özel harp devletinin bu topluma verdiği yıkıcı zararın mutlak biçimde ayırdında olanlar faşizmin karanlığının yegane alternatifidir. Sadece kazanmaya yakın olunduğu zaman direnilmez. Çünkü kimi zamanlarda onur, ancak direnerek kazanılır ve onursuzluk insan olan için zaten ölümden beterdir.
Gezi’nin Taylan Özgür’ü, Mehmet Ayvalıtaş’ı layıkıyla anarak 31 Mayıs’ta parlayan çoban yıldızını ışıldatacağız.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]