“Gerçek, Fotoşokla Düzeltilemeyecek Kadar Çirkin!” *
Yusuf LİMON
20 Mayıs 2010
İranlı fotoğrafçı İslam Abbas; en iyi fotoğraf makinası olarak insanın gözünü işaret eder. Aslolan gözdür! İnsan, gözü aracılığıyla çıplak gerçekliği yakalar ve algılar. Gazete sayfaları, televizyon ekranları bu birebir kurulan ilişkiyi engellemek üzerine kurgulanmıştır. Ama bazen bu işlevini yitirir, aksine gerçeğe ayna tutmaya başlar. Gerçek bazen o kadar güçlüdür ki en yetenekli demagogu bile ezer geçer.
Fotoğraf; genelde durgun, statik bir süreç olarak algılanır. Oysa aslolan görüntünün yaşandığı an ve mekandaki gerçekliktir. Yaşayan fotoğraf dediğimiz şey, gerçeğin önündeki pusu dağıtmayı başarmış olandır. Aslolan gözdür çünkü; göz!
Bu yazının derdi ne fotoğraf üzerine laf üretmek ne de gerçekliğin yerine sözü ikame etmek. Gazete sayfalarında gezinirken karşımıza çıkan kimi fotoğrafların akla düşürdüğü şeyler sadece. O fotoğraflardan iki tanesini bu yazının içinde de göreceksiniz. Sözünü ettiğim Zonguldak’taki madenin önünden yansıyan kareler… İçeride eşi, sevgilisi, kardeşi, çocuğu, arkadaşı, işçi yoldaşı olan insanların yüzünden yansıyanlar…
Bu yüzlerden okunanı anlatmaya çalışmayacağım. Buna ne benim gücüm yeter ne de böylesi bir şeye ihtiyaç var. Yüreği pas tutmamış her insanın rahatlıkla görebileceği, okuyabileceği bir halden bahsediyoruz çünkü.
Öte yandan bu bir haber yazısı da değil. Size bırakın geçmiş tarihi, son bir yıllık süreçte dahi kaç maden işçisinin öldürüldüğünü de söylemeyeceğim. Taşeronlaştırmadan, güvencesiz çalıştırmadan, patronların kar hırsından, AKP hükümetinin ticari kafasından da bahsetmeyeceğim. İş güvenliği, çalışma koşulları, hak, hukuk, sosyal güvencesizlik çoktandır siyasal alanın içine dahil olmakta zorlanıyor diye başlayıp, çalışma dediğimiz artık işkenceden farksız hale geldi diye de devam etmeyeceğim.
Madencinin çocuğu da madenci olur, iki gün önce arkadaşını gömdüğü ocağa girip çalışmak zorundadır, babasının mezarının üzerine kendi mezarını da kazar diyerek duygulara da oynamayacağım. Buna ne kadar, duygulanmaya ne kadar muhtaç olduğumuz gerçeğini gördüğüm halde yapmayacağım bunu.
Kendilerine demokrat, solcu diyen, “Taraf”ız diyerek gazete çıkartan, ama utanmadan “kara elmasın karayazısı” diye manşet atan, kabustan, kara kaderden bahsedenlerin ‘ne’liğinden de dem vurmayacağım. Çünkü onların kendi işçilerine sendika istedikleri için neler yaptıklarını da iyi biliyoruz. (bkz. Adnan Keskin ve arkadaşlarına reva görülenler, hala görmeyenler için…) Sonuçta Sartre’ın da dediği gibi “liberal iğrenç bir sözcüktür!” Onların takdir-i ilahisi de bu işte…
E, o zaman derdim ne benim? Ne diye kağıdı kalemi aldım elime de didinip duruyorum? Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum; belki ağlamak istiyorum da böyle bastırıyorum, belki benim gibi hissedenlerle bir bağ kurmak istiyorum… Belki “yeter artık” çığlığını dünyanın bütün dillerinde büyütmek istiyorum. Edi Bese!.. Ya Basta!.. Enough Already!..
Ve hep aynı dizeler, aynı soru kafamda dolanıp duruyor:
Meraklıysan insan yüzünün tarihine
Önce şunu sor ey yolcu:
Neyle başlar insan yüzü
* Bir duvar yazısı