Halklarımızın acılarının ve direnişinin ozanı Yaşar Kemal’i kaybetmenin acısıyla…
21 Mart 2013’te kamuoyuna ilan edilen son müzakere sürecinde 28 Şubat 2015 itibariyle önemli bir eşik aşıldı. Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan açıklama aslında ilk günden bu yana kurgulanan basamaklardan birisinin gecikmiş gerçekleşmesi olarak da değerlendirilebilir. Kobane ve 6-8 Ekim sonrasında müzakere sürecinin raydan çıkmaması ve yeniden ivme kazanması süreci destekleyen faktörlerin yeterince güçlü olduğunu gösteriyor.
Bu faktörlerden birincisi Kürt Özgürlük Hareketi’nin ulaştığı toplumsal ve politik gücün seviyesidir. 2014 yılında yaşananlar Kürt Özgürlük Hareketi’nin hem askeri yeteneklerinin seviyesini hem de toplumsal tabanı ile kurduğu ilişkinin ne kadar organik bir seviyeye ulaştığını ortaya koydu. Özellikle IŞİD’e karşı elde edilen askeri başarı ve 6-8 Ekim’de ortaya konan serhildan kapasitesi ciddi bir politik krizden geçen ve kendini güvende hissetmeyen devlet açısından yeterince tehditkar. Suriye, Irak ve Ukrayna’nın iç savaş zeminine çekildiği bir momentte Türk devleti Kürt Özgürlük Hareketi ile askeri bir hesaplaşmaya girmek istemiyor. Bunun yaratabileceği sonuçlardan ürküyor. Dolayısıyla bütün gelgitlere rağmen Dolmabahçe Sarayı’nda çerçevesini büyük oranda Abdullah Öcalan’ın çizdiği bir müzakere çerçevesinin hükümet ve HDP heyeti tarafından kamuoyuna açıklanması aslında Kürt Özgürlük Hareketi açısından tarihi bir diplomatik başarıdır. Aslında ulaşılan gücün ve etkinlik seviyesinin Türk hükümetine tasdik ettirilmesidir. Bir hafta öncesinde düzenlenen Şah-Fırat operasyonunun neredeyse tarih olduğu bir momentte Türk Devleti 30 yıldır savaşıp yenemediği bir güçle müzakere yürütmek zorunda kalıyor. Bu durumun ezilenlerin tarihi değiştirme kapasitesini ortaya koyması açısından sosyalistleri, devrimcileri tasdik eden bir tablo ortaya çıkardığını vurgulamak gerekiyor. Kürt Hareketi, bileğinin gücü ve halkın fedakarlığı sayesinde Fis’ten Bekaa’ya, oradan da Kandil üzerinden önce Ankara’ya sonra da Dolmabahçe’ye kadar nüfuz etmiş oldu.
Kürt Özgürlük Hareketi açısından bakıldığında ise Suriye ve Irak’taki gelişmeler hesaba katıldığında Türkiye ile askeri olarak karşı karşıya gelmenin kısa vadede dezavantaj yaratacağı açıktır. Askeri gücünün önemli bir kısmını Irak’ta ve Rojava’da aktifleştirmiştir. Bu coğrafyalarda etkin bir rol oynanabilmesinde Türkiye’deki müzakere sürecinin önemli bir rolü bulunmaktadır. Dünyanın en büyük askeri güçleri için bile birkaç cephede büyük savaşlara girişmek yürütülmesi çok zorlu bir süreçtir.
Silah bırakma meselesinde Türk Devleti “silahlı unsurların ülke dışına çekilmesi” noktasına gelmiştir. AKP’li yazarlar da PKK’nin böylesi bir coğrafyada şu aşamada silah bırakmasının imkansız olduğu tezini yaygınlaştırmakla meşguller. Sürecin hızlanmasında Türk Devleti’nin bu noktaya gelmesinin önemli bir etkisi vardır.
Bir politik öznenin mücadele biçimi konusunda kendisinin karar vermesi kadar doğal bir adım olamaz. Haziran seçimlerine giderken bu açıklamanın yapılması seçimlere normal bir biçimde gidilmesi olasılığını arttırmaktadır. AKP bu hamlesiyle HDP’ye giden oylarını geri almayı hedefleyecektir. HDP’de çatışmasızlık ortamında oylarını yükseltmesi gereken Batı’da kendisini daha rahat anlatabilecektir. Dolayısıyla iki kesim açısından da seçimlerin normal koşullarda gerçekleşmesi konusunda bir uzlaşma var gibi gözükmektedir. Erdoğan bu denklemin neresinde duruyor onu önümüzdeki günlerde daha net anlayacağız.
Bu yaşananları hızlıca AKP ile HDP uzlaşmasına bağlayan sol büyük bir yanlış yapıyor. HDP ile yakınlaşmanın önüne duvarlar çekmek için yapılan kara propaganda halklarımızın uzunca bir süredir zeminini inşa etmeye çalıştığı ortak mücadele zeminini tahrip etmemeli. Kendisi silahlı mücadele içinde olmayan kesimlerin silahlı unsurların ülke ışına çıkarılmasına dönük bir hamleyi “satış anlaşması” olarak lanse etmeye çalışması en hafifinden büyük tutarsızlıktır. Halkın geniş kesimlerinin çatışmasızlığa destek verdiği de açıkken HDP’yi ve Kürt özgürlük Hareketi’ni AKP’yle anlaşmakla suçlamak ancak çok güçlü bir önyargı ile açıklanabilir. Silahlı mücadeleden silahsız mücadeleye doğru atılan bir adım nasıl oluyor da ihanet olarak anlatılıyor? Bu kesimler savaş tüm hızıyla devam etsin mi istiyor? Kürtleri ölürken de müzakere ederken de birileriyle anlaşmakla suçlayanlar ( geçmişte “ülkeyi AB’ye böldürtmeyeceğiz” pankartlarını parti binalarına asanları çok iyi hatırlıyoruz) halklarımızın ortak mücadelesinin önünü kesip statükolarını sürdürme derdindeler.
Meclis’te yasalaştırılmaya çalışılan İç Güvenlik Yasası ile Dolmabahçe açıklaması arasında bir uzlaşmazlık var mı? Süreci bir mücadele olarak değil de anlaşma ve uzlaşma olarak değerlendirme eğiliminde olunca bir tutarsızlık olduğu açıktır fakat en baştan bu yana müzakere süreci aynı zamanda bir mücadele sürecidir, taraflar bir çok noktada salt istedikleri doğrultuda değil büyük oranda mecbur kaldıkları yönlerde ilerlemek durumunda kalıyorlar. AKP, Gezi’nin ve 6-8 Ekim’in tekrarının olabildiğince imkansız hale getirildiği bir gelecek tasavvur ediyor. Sokaklardaki isyanın nefes borularını tıkamak için hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyor. Silahlı mücadeleden ziyade serhildan çizgisinin öne çıkarılacağı bir dönemde kendisini olabildiğince güvence altına almaya çalışıyor. Bunu yaparken bir yandan da müzakerede bir hamle yaparak yasaya karşı direnişi zayıflatmaya çalışıyor.
İşlerin bu kadar birbirine girmesinin en önemli sebebi ülkenin batısı ile doğusu arasındaki halk muhalefetinin örgütlülük seviyesi arasındaki farktır. Ülkenin topyekün demokratikleşmesi yönünde adımlar atılabilmesi için Batı’daki halk muhalefetinin örgütlülük seviyesini çok ileri noktalara taşıması gerekiyor. Batı’nın demokratikleşmesinin bütün yükünü Kürtlerin yüklenmesini beklemek gerçekçi değildir. O yüzden HDP zemininde büyük bir direniş bloğunu inşa etmeye çalışıyoruz. Fakat bu noktada da hem HDP içindeki hem de dışındaki kafa karışıklıklarıyla mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Böylesi bir bloğu seçimler öncesinde inşa edemezsek Batı ile Doğu arasındaki kader birliğini inşa edebilmek önümüzdeki dönemde çok zor olabilir. Bunun kısa vadede daha ziyade Batı’daki direniş için olumsuz sonuçları olacaktır. Her halk örgütlülük seviyesi oranında tarihsel gelişmelerde belirleyici olmaktadır ve Batı’da yoksulların, işçi sınıfının örgütlülük seviyesinin geriliği her adımda giderek daha büyük bir engel haline dönüşüyor. İki taraf arasında görece denk bir örgütlülük olabilseydi çok daha kolay ve dengeli bir ilerleme mümkün olabilirdi.
Sonuçta istediğimiz ve belirleyebildiğimiz değil hazır bulduğumuz koşullarda siyaset üretmek zorunda kalıyoruz. Bize düşen halklarımızın ortak direniş cephesini büyütme mücadelesini sonuna kadar, büyük bir özveriyle sürdürmek. Süreçlerin seyircisi, yorumcusu, hayıflananı değil de gücümüz oranında bilfiil aktörü olarak halklarımızın farklı kesimleri arasında köprü oluşturabilmek.
Kritik bir haftaya giriyoruz her açıdan.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]