Erdoğan’ın SP Genel Başkanı ile görüşmesinde OHAL’in seçimlere kadar devam edeceğini ifade etmesinin hala “şaşırtıcı” haber kategorisinde görülebilmesi inanılmaz. Saray bu kadar önemsediği seçimlere giderken neden en büyük kozundan kendisini mahrum etsin? Bunu yapmasını mecbur kılacak bir sosyal mücadele gelişmedikçe, Erdoğan’ın hayaller bir devrimle yıkılmadıkça Saray’ın seçimlerden mazbatayı alması sonrasında OHAL olağan hal olarak kalıcılaşacaktır.
“Faşizm; halkın çöküşü, aşağılanışı ya da mağduriyetine dair takıntılı bir fikirle ve bunların yerini alacağına inandığı birlik, enerji ve saflık kültleriyle belirlenen bir siyasi davranış biçimi olarak tanımlanabilir. Burada geleneksel seçkinlerle gergin ama verimli bir işbirliği içinde çalışan kendisini bu işe adamış milliyetçi militanların kitle temelli partisi, demokratik özgürlükleri terk etmiş, kurtarıcı bir şiddetle ve etik ya da kanuni sınırlamalar olmaksızın içeride temizlik, dışarıda yayılma hedeflerinin peşine düşmüştür.” (Paxton, 2014: 363).
AKP, sağ popülizmden faşizme dönüşümün en müstesna örneği olarak önümüzdeki dönemde siyaset biliminin önemli konularından birisi haline gelecektir. Faşist partiler en tipik örneklerinde iktidara zaten faşist partiler olarak gelmişler, hatta bir kısmı sonrasında daha ılımlı hale dönüşmüşlerdir. Ancak AKP, “milli görüş” gömleğini çıkardığını iddia edip, muhafazakâr demokrat kimliğine bürünüp, 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etmek zorunda kaldığı bir noktadan bugünkü haline dönüştü.
AKP’nin faşist parti haline dönüşmesinde en önemli etkenlerden bir tanesi temsil ettiği sermaye fraksiyonunun yıllar geçmesine rağmen egemen sınıf fraksiyonu haline gelememesidir. Erdoğan’ın Kolin-Cengiz-Limakları yıllar yıldır aldıkları ihalelere rağmen hala finans kapitale kıyasla yeterince büyük değiller. Arkalarından Saray çekildiğinde de hızla tepetaklak olma ihtimalleri hala çok yüksek. Sermaye birikimlerinin devam edegelmesi için siyasi iktidara fena halde mahkumlar. Siyasi iktidarın kaybedilmesine tahammülleri yok, Saray’ın politik motivasyonunun arkasında böylesi bir politik ruh hali var. Rıza üretebilme kapasitesi kaybolduktan sonra (Gezi’den bu yana) sürekliliği sağlamanın yegâne yolu olarak faşizm kaldı. (Cengiz-Kolin-Limak konsorsiyumunun işçiler ve doğa için cehennem yaratma kapasitesinin sıra dışı bir tasviri için http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/924588/3._havalimani_mezarlik_gibi…_Hafriyat_kamyonu_soforu_anlatti__400_iscinin_olumu_gizlendi.html)
Devlet içi hesaplaşmanın ulaştığı boyutlar ve Suriye savaşı sonrasında yaşanan gelişmelerin Türk devletinde yarattığı beka tehdidi, dün Kongresi’ni bütün engellemelere rağmen koşullara nazaran muazzam bir kitlesellikle gerçekleştiren HDP’nin bir demokratik devrim olanağı olarak ortaya çıkması ile de birleşince Erdoğan ve birlikte hareket ettiği sermaye fraksiyonunun projesini destekleyen iktidar bloğu öğelerinin sayısı arttı. Bu bloğun çekirdeğini AKP-MHP koalisyonu oluşturuyor, Ergenekoncu kanat Kürtlerin özgürleşme olanağının boğulmasına duyduğu hasretle bu koalisyonun iğreti ortağı. İzmir’in CHP’li belediye başkanı Afrin savaşının zorunluluk olduğunu söylemesi ile AKP İzmir milletvekilinden “aferin”i almış. Sözcü’de Soner Yalçın da Afrin savaşının “yedi düvele karşı verildiği”ne dair menkıbeler yayınlıyor. Ancak bu kesimlerin bu birlikteliklerinin çok uzun vadeli olacağını düşünmemiz gerekmiyor, özellikle savaşta yaşanacak başarısızlıklar burada ani çatlaklara yol açabilir.
Fakat yaşanan gelişmeler Afrin savaşının Erdoğan için sıradan, herhangi bir çatışma olmadığını gösteriyor. Charles Tilly tarafından üretilen “devletler savaşları değil savaşlar devletleri yapar” formülü bu noktada oldukça açıklayıcı. Afrin savaşı, devletin ve toplumun faşistleşmesinde yeni bir aşama olarak değerlendiriliyor. Türkiye’nin, İsrail’in ve ABD’nin müdahaleleri Suriye savaşının şu dengeler içinde sonuçlanmasını istemeyen önemli güçler olduğunu ortaya koyuyor. Savaş, diyanetinden milli eğitimine devletin tüm kurumlarının dönüşümünde önemli bir ivme yaratıcı olarak değerlendirilmek isteniyor. Diyanet, Türk Ordusu’nun Afrin’de yavaş ilerlemesini “İslami usullere” özen göstermesiyle açıklamaya çalışıyor. Milli Eğitim imam hatip okullarına “fetih” duası okuma ödevi veriyor. Savaş, islamleşmenin ve Erdoğan’ın kurucu baba rolüne konumlandırılmasının aracı olarak kullanılmak isteniyor. Türk ve Türkiye kavramlarını kullanabilmek için devlet çizgisinden mm sapmamak gerekiyor. İçerideki temizlik havası, katli vacip olan yeni bir vatandaş-dışı statü yaratılmasına doğru ilerliyor. Pogromcu bir ruh hali toplumda giderek derinleştiriliyor. Bu açıdan bakıldığında savaşın ve OHAL’in devletin ve toplumun faşistleşme sürecinin en etkin araçları olarak kullanılacağı görülüyor.
Devrim olmaksızın ya da en azından devrimci bir durum yaşanmaksızın demokrasinin de barışın da giderek uzaklaştığı anlaşılıyor. Ancak bu durumu faşizmin yarattığı olanaklar çerçevesinde de ele alamaz mıyız?
AB’ye entegrasyon günleri sosyalistlerin de dahil olduğu önemli bir kesimin devrimi neredeyse tamamen unutmasına yol açtı. Oysa şu anda devrim kendisini bir zorunluluk olarak, toplumun çok geniş kesimlerine dayatıyor. Türkiye toplumunun çok önemli bir kesimi, Saray rejimini kendi varlığının doğrudan inkarı olarak algılıyor. Bu geniş kesimler kendilerini ancak bir devrimin kurtarabileceğini fark etmiş değiller, gündelik hayatları normal seyrinde devam etseydi muhtemelen hiç fark edemeyeceklerdi, bu yüzden hala bir normalleşmenin mümkün olabileceğini düşünüyorlar. Bu da çok normal, çünkü politik anlamda öncü rol oynaması gereken, hiç bıkmadan ve usanmadan bir devrim olmaksızın faşizmden kurtulunamayacağını anlatması gereken unsurlar dahi bu konuda yeterince net değiller. Ancak CHP kongresinde Böke-Cihaner’in, HDP kongresinde Kemalbay-Demirtaş’ın mesajları bu yönde ilerlemeler olarak okunabilir.
AKP hükümetinin geçtiğimiz hafta AB’ye vizelerin kaldırılması için “ödevlerini” yaptığına dair başvuruda bulunması politik gerçekleri okuma noktasında nasıl da gerçeklerden koptuğunun bir işareti olarak da değerlendirilebilir. Bu şuursuzluk ve gereksiz özgüven devrimi hedefleyen güçlerin en büyük kozu olacak.
“En temelde ise bu durum geç kapitalistleşmiş ve uluslararası sermayeye bağımlı bir ülke olarak Türkiye’nin ne iktisadi ve ne de askeri güç anlamında dışarıda bir “istisnai hal” yaratabilecek kapasiteye sahip bağımsız bir emperyalist ülke olarak davranamayacağının bir yansıması olarak görülmelidir” (Saraçoğlu, 2017: 1101). Katılmamak mümkün değil, fakat bu gerçeğin Saray tarafından da anlaşılıp anlaşılmadığı konusu tartışmaya açıktır. Zafere olan ihtiyaç ve aşırı özgüven, Saray’ın İbrahim Karagül’e ikna olmasını mümkün kılıyor gibi görünüyor. (Karagül’ün bugünkü yazıs: https://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahimkaragul/kurucu-akil-kurucu-nesil-harekete-gecti-bu-uzun-soluklu-bir-mucadele-2044394)
Bu hataların yapılma olasılığı bunların bizim tarafımızdan mutlaka kullanılabileceği anlamına gelmiyor. Ancak faşizmi kapattığı değil de açtığı kapılarla da okumaya ve ilk şoku atlatıp açılan kapıların ardında cirit atmaya başladığımızda çok farklı bir ruh halinin şekilleneceği kesin gibi.
Paxton, R. O. (2014) Faşizmin Anatomisi, çev: H. Atay, H.D. Atay, İstanbul: İletişim
Saraçoğlu, C. (2018), “Sağ popülizm ve faşizm üzerine yöntemsel bir tartışma: Küresel örüntüler ve Ulusal Özgüllükleri Birlikte Anlamak”, Praksis, 44-45, ss. 1081-1104
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]