Türkiye’de Siyasal İslam’ın yükselişinin en önemli sermayelerinden bir tanesi “mağdurculuk” olmuştur. AKP ve Erdoğan yaşanan her türlü politik ve sosyal gelişmeyi bir tür mağduriyet kaynağı olarak göstermeyi başarmıştı. Dışlanan bir kimliğin temsilcisi olmak, Erdoğan’ı en azından bir dönem için diğer dışlanan kimliklerin de bir temsilcisi olarak algılanır hale getirdi. 28 Şubat’ın türban yasağı hatırlardaydı. Ancak Erdoğan, devlet içindeki mücadelelerde rakiplerine giderek üstün gelip hükümet olmaktan iktidar olmaya terfi edince mağdurculuk, kendi mutlak iktidar vizyonu açısından artık bir tür zafiyet belirtisi olarak algılanacağı için başköşedeki yerini “mağdur edicilik”e terk etmek zorunda kaldı. Mutlak iktidar olmak ancak bir güç projeksiyonu ile meşrulaştırılabilirdi, mutlak iktidar mağdur olmaz mağdur ederdi. Saray’ın mutlak iktidarı, bu ülkenin asli vatandaşları ile sözde yurttaşları arasında çizgi çekebilme yetkisi anlamına gelmeye başladı. Olağanüstü Hal ve KHK’lar rejime bu olanağı sağlıyor. Bir gün deistler, ateistler sapık ilan ediliyor, diğer gün “kur savaşları”nda rol alanlar bu ülkede yaşayamaz hale getirilmekle tehdit ediliyor, diğer gün kendisine biat etmeyenlerin “hapislerde çürütülmesi” ile övünülüyor. Mutlak iktidar kendisini bu ülkede kimlerin yaşayıp yaşayamayacağını belirleme yetkisine sahip olarak kurmaya çalışıyor.
Siyasal iktidarın mağdurculuktan mağdur ediciliğe terfisinin Erdoğan’ın oylarının “cumhur ittifakına” rağmen %44’e saplanmasının sebeplerinden birisi olduğu düşünülebilir. Mutlak iktidar bu anlamda Türkiye açısından eşit vatandaşlık sorununu gündemin merkezine taşımaktadır. Giderek çok daha geniş kesimler kendisini, bu ülkenin asli vatandaşı saymayan bir iktidarın mağduru olarak hissediyor. Eşit vatandaşlık, geçmişte başta Kürtler ve Aleviler için temel bir talep iken bugün giderek toplumun çok daha geniş kesimleri açısından siyasete bakıştaki temel hareket noktası haline gelmeye başlıyor. Süreç ilerledikçe “yerlilik ve millilik” paydasının giderek kentlileşen ve eşitsizliklerin bu kadar kör göze batar seviyede kökleştiği bir sosyolojinin ortak paydası olamayacağı anlaşılıyor. Erdoğan’ın hakkında “marşlar yazılsın” vs. diye talimatlar verdiği Afrin “zaferi (!)”nin sadece %1 oy getirdiğinin anlaşılmasının da bu görüşü desteklediği düşünülebilir.
Bekir Ağırdır’ın paylaştığı Türkiye’deki 23 milyon haneden sadece 4,5 milyonunun gelirinin giderinden fazla olduğu vurgusu son derece önemli. Türkiye yıllardır büyümenin toplumun sadece çok küçük bir kısmını büyütebildiği bir ülke. Çalışanlarının %60’ı 2 bin lira ve altında kazanıyor. Faizlerin yükselmesi ile borçlanma olanaklarının sınırlanması da borçlanabilmenin yarattığı sahte zenginleşme etkisini de ortadan kaldırıyor. Finansallaşmanın tabana yayılması diyebileceğimiz toplumsal borçluluğun düşük gelir gruplarına doğru genişlemesi bir dönem bir refah artışı olarak hissedildi ancak artık biriken ve dönmeyen borçların ağırlığı olarak hissediliyor. Benzinin 6 lirayı geçmesinin etkisi önümüzdeki aylarda tüm sektörlerde süreklileşen bir fiyat artışı olarak kendisini hissettirecek. Dolayısıyla eşit vatandaşlık talebi, toplumsal zenginlikten kendi payına düşeni alma, güvenceli ve insanca yaşayacak bir gelir getirecek bir iş, bir hak olarak sosyal güvence ve ücretsiz kamusal hizmet taleplerini de içerecek bir biçimde geliştirilerek önemli bir devrimci talep haline gelebilir.
1917 Şubat Devrimi’nde Petrograd Sovyeti’nin 1 nolu kararında asker ve denizcilerin, subaylara “ekselansları” diye hitap edilme zorunluluğunu kaldırması ve subayların askerlere “sen” diye seslenmesini yasaklaması tesadüf müdür? Asla, devrim aslında en temel olarak ezilenlerin kendi elleriyle kendi varlıklarına saygınlık kazandırma, düzen tarafından kendilerine dayatılan aşağılanmayı, yok sayılmayı boşa çıkarma mücadelesinden beslenir. Eğer devrimciler olarak ezilenlerin geniş yığının hem sosyal siyasal hem de ekonomik anlamda eşit yurttaşlık talebini doğru biçimde örgütleyebilirsek hiç kuşku yok ki Saray rejiminin sonunu hızlandırma yolunda çok önemli bir hamle yapabiliriz. Burada belirleyici olacak ise Demirtaş’ın tarihi savunmasında vurguladığı “Ben suya yazarak mücadele etmem ya sonuç alırım ya da bedel öderim.” prensibinin ezilenler tarafından sahiplenilebilmesini sağlayacak kararlı bir mücadele çizgisinin inşa edilip edilemeyeceğidir. Türkiye’de devrim olmaksızın herhangi bir demokrasi olanağı kalmamış olduğunu idrak edemeyen, kendisini buna göre reorganize edemeyen bir sol ise bu inşayı gerçekleştirmekte hiç kuşku yok ki çok zorlanacaktır. Fakat talebin acilliği ve olanakların büyüklüğü söz konusu noktadaki engellerin aşılması konusunda muazzam bir enerji biriktirmektedir.
Bitirirken şunu da not etmekte fayda var. Malum geçtiğimiz hafta, önümüzdeki emperyalistler arası kaçınılmaz savaşın bir provası yaşandı. Sözde “özgürlükçü” Batı bloğu büyük bir ikiyüzlülükle önce küresel anlamda gerilimi hızla yükseltip sonra “akıllı” roketleriyle gerçekleştirdiği bir “kontrollü” şovla durumu geçiştirdi. Büyük savaşın şu anda başlamamasını başlamayacağı anlamında yorumlayanlar yanılacaktır. Emperyalizm bütün yıkıcılığı ve halkların düşmanı kimliğiyle ortadadır. Suriye’deki savaşın 7 yıllık yıkıcılığına rağmen örneğin Irak savaşında olduğu gibi bir küresel barış koalisyonu oluşamadı. Ancak yine de birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de “anti- emperyalist” İslamcıların etekleri zil çalarken sosyalistlerin başını çektiği gruplar hem İsrail’in hem de ABD’nin emperyalist saldırganlığını protesto ettiler. “Anti-emperyalist” söylemlerin kimi ulusalcı- Kemalist solcular tarafından Kürt düşmanlığı için gerekçe haline getirilmesi, emperyalizmi ve ona karşı mücadeleyi bir zorunluluk olmaktan çıkarmıyor. Bu anlamda İrfan Aktan’ın “ABD’nin saldırısına tepki gösteren ‘komünistlerin’ Efrin’in ele geçirildiği 18 Mart günü belediye zammını protesto etmekle meşgul olduğunu hatırlamak durumundayız” gibi tespitlerini içeren yazısı bir talihsizlik olarak değerlendirilmeli. Açıktır ki bugün Afrin’e yönelik saldırı karşısında az ya da çok, güçlü veya zayıf bir tepki veren, Kürt halkıyla dayanışma gösteren sosyalistler ve enternasyonalist komünistler dışında neredeyse hiçbir kesim bulunmamaktadır. Kürt halkıyla dayanışmak ve emperyalizmle mücadele etmek karşı karşıya konacak iki görev olamaz. Bunun böyle olduğunu düşünmek halklarımızın mücadele birikimine ve bilincine dönük en büyük haksızlık olacaktır.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]