Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir kırılma noktasına yaklaşıyoruz. Önümüzde giderek sertleşen hesaplaşma günleri var.
Erdoğan’ın “Artık yeni bir rejim var. Hukuku bu duruma uyumlu hale getirmeliyiz” açıklaması malumun ilamı olmakla beraber yeni bir safhaya geçildiğinin de bir işareti olarak görülmeli. Seçim sonrası yaşadığı yenilgiyi Baykal görüşmesi hamlesi ile başlayan ve Suruç Katliamı ile ivmelenen bir süreçle farklı bir noktaya taşıyan Erdoğan, bir “kendine darbe” /Autogolpe’nin hazırlıklarını büyük oranda tamamladı. Hukuki süreci bütünüyle devre dışı bırakacak fiili bir dönem başlıyor.
Autogolpe (Kendine darbe) kavramı Peru Devlet Başkanı Fujimori’nin 1992 Nisan’ında Anayasayı askıya alıp, Parlamentoyu kapattığı hamlesiyle anlatılıyor genelde. Fujimori, 1990 yılında aynen Erdoğan gibi önceki dönemin halka yabancılaşmış siyasi elitleriyle mücadele görüntüsüyle ve geniş bir muhalif blokun desteği ile iktidara geliyor. Avrupa kökenli olmayan, varoşlarda yaşayan, düzensiz-güvencesiz işlerde çalışan, devletten tamamen yabancılaşmış yoksullar Fujimori’yi destekliyor. Fujimori halkın gündelik hayatını kolaylaştıran bir takım yatırımlarla bu kesimlerden aldığı desteği arttırıyor. “Konuşmaya dayalı” siyasetin karşısına icraata, “hizmet”e dayalı siyaseti ön plana çıkarıyor. 1992’de yaptığı darbe sonrasında 7 ay boyunca ülkeyi kararnamelerle yönetiyor. Ordu, Maoist Aydınlık Yol gerillalarına karşı mücadelede Fujimori’nin yoğun desteği karşılığında darbeyi destekliyor. Bu destek sayesinde sivil siyasetin denetiminden özerk hareket alanı buluyor. Colina Grubu adı verilen bir paramiliter güç, orduya ve Fujimori’nin sağ kolu istihbarat teşkilatı Başkanı Montesinos’a bağlı olarak katliamlar gerçekleştiriyorlar. Varoşlarda ve üniversitelerde Fujimorismo’ya karşı gelişen potansiyel direnişler bu katliamlarla eziliyor. Barios Altos’ta 15 kişi, La Cantuta Üniversitesi’nde 10 öğrenci öldürülüyor. ABD’nin ve Amerikalar Örgütü’nün “demokrasi”ye dönülmesi yönündeki çağrıları biçimsel olarak karşılanıyor fakat ordu ve istihbarat örgütü destekli bir tek adam rejimi inşa ediliyor. Halkın bir önceki baskı rejimine karşı öfkesi yeni bir baskı rejiminin inşası için gerekli toplumsal desteği üretiyor. Darbe sonrasında anketler Fujimori’ye dönük desteğin %80’i bulduğunu gösteriyor. Baskı aygıtı gerilla örgütlerine karşı verdikleri mücadele ile kendisini meşrulaştırıyor.
Fujimori ve Montessinos, anketlere müptela iki siyasetçi. Tek adam rejimini bir tür demokrasi biçimi olarak kutsayabilmek için her taklayı atıyorlar. Fujimori’ye göre demokrasi “milletin iradesi” demek ve ona zaten kendisinde temsil ediliyor. Kendisini sınırlayan, denetleyen her türlü mekanizma anti-demokratik olarak görülüyor çünkü Fujimori= Milletin iradesi= Demokrasi denklemi kabul ediliyor. 1995 seçimlerini %64’lük bir destekle kazanınca Carlos Ferrero isimli bir senatör sonuçların Fujimori’ye “her istediğini yapma yetkisi verdiği şeklinde yorumlanabileceğini” söylüyor.
Fujimori 2000 yılında 3. kez devlet başkanı olmak için harekete geçtiğinde seçimleri kazanıyor fakat popülaritesini önemli oranda kaybediyor. Yolsuzluklar, katliamlar, baskı ve engellemeler üstü örtülemez bir noktaya geldiğinde Fujimori 2002 yılında ülkeden kaçarak Japonya’ya sığınmak zorunda kalıyor.
Fujimori darbesini deyim yerindeyse çiçeği burnundayken, neredeyse hiç yıpranmamışken ve Aydınlık Yol ile devlet arasındaki savaşın zirvesinde gerçekleştiriyor. Peru, uluslar arası büyük siyasi mücadelelerin kalbinde yer alan bir jeopolitiğe sahip değil. Emperyalist güçler arası bölgesel vekalet savaşlarının göbeğinde olmayan bir ülke.
Erdoğan’ın anketlerde çok açık biçimde kazanacağını görmeden seçime gitmek istemeyeceğini de düşünürsek fiili durumu sürdürmek için politik krizi geniş kitlelerde kaos algısı üretecek bir noktaya sıçratmak isteyeceği ortada. Ülkeyi 6 ay içinde barışın eşiğinden savaşın zirvesine doğru taşıma gayreti bu bilinçten kaynaklanıyor. Bu konuda devletin “Kürtlerin tarihsel kazanımları her ne pahasına olursa olsun engellenmeli” hassasiyetiyle üst üste düşerek devlet içinde yeni bir bloklaşma yaratmaya çalıştığı da ortada.
Erdoğan’ın kendisini başkan ilan etmesinin önünü açacak bir kaos/iç çatışma geliştirmeye dönük Autogolpe’sinin istikrar kazanması çok zor olsa da diktatör bu yoldan yürümeye gayret edecek gibi görünüyor. Siyasette her zaman rasyonalite hakim olmuyor. Diktatörlüğe kitlenmiş bir adamın Kürtleri ezmekle kafayı bozmuş bir özel harp aygıtıyla ittifakı çok büyük acılar yaratmaya adaydır. Söz konusu olan Türk devlet geleneği ise özel harp her zaman en rasyonel seçenektir.
Bu süreçteki en büyük olanak hala gerçek anlamda bir politik temsiliyete kavuşmasa da diktatörlüğe karşı mücadele ile barış mücadelesinin omuz omuza verebilme olanağının bulunması. Çok geniş kesimler bu yaşananların bir vatan meselesi değil de saray meselesi olduğunu idrak edebiliyor. Ancak çok hızlı atılması gereken adımları atamazsak bu alanda yeniden inisiyatif kazanmak çok zor olabilir. 1 Eylül’e kadar bir ivme kazanılamazsa savaş iklimi çok daha kökleşecektir.
Kürt halkı fiili başkanlığa karşı fiili özyönetim restini göstermeye dönük hamleler yapıyor. Batı’nın devrimci demokrasi güçleri olarak kararlı bir barış ve diktatörlükle hesaplaşma iradesi ortaya koymak zorundayız. Batı’dan özgürlükçü bir sesi yükseltmeyi başaramazsak korkunç katliamlara ve karanlık bir diktatörlüğe yol vermiş olacağız.
Fujimori’yi kaçmak zorunda bırakan zamanında kendisini destekleyen varoşların, işçilerin diktatörlüğe karşı ayağa kalkmasıydı. Bizler de ya büyük bir direnişle zafere ulaşacağız ya da dağınıklık ve kararsızlıkla karanlığa gömüleceğiz. Ortasının yaşam şansı kalmıyor.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]