Politik aktörlerin, devletlerin kendi göbeklerini kendileri kesmesinin mümkün ve gerekli olduğu bir tarihsel momentin içerisinden geçiyoruz ve bu dönem sanıldığından daha da uzun sürebilir. Böylesi kritik kırılma anlarında yapısal belirleyiciliklerin etkisi zayıflıyor, öznelerin eyleme kapasitesi büyük bir belirleyicilik kazanıyor. Kapitalizmin 2008’de baş gösteren krizi, yeniden paylaşımı dayatacak ezilenler ittifakı yeterli inisiyatifi gösteremediği için çözülemiyor. Finansal sistemin ürettiği sanal kaynaklar hem borçlandırma mekanizması aracılığıyla ezilenlerin ittifakının oluşmasını engelliyor hem de merkezkaç güçleri ayakta tutacak fonlar üretmeye devam ediyor. (Örneğin, FED’in ve AB Merkez Bankası’nın “nicel kolaylaştırma” politikası ile dünya finansal sistemine pompaladığı 4,5 trilyon dolar olmasaydı Erdoğan Batı ile ipleri bu kadar germeye cesaret edebilir miydi?) Bu türbülansın uzamasının yaratabileceği olası riskleri gözlemleyen küresel finansal yapının merkezindeki kuruluşlar bile bir yeniden dağıtımın elzem olduğuna dair daha güçlü mesajlar vermeye başladılar. IMF’nin “zenginlerden daha yüksek oranlı vergiler almasının ekonominin hayrına” olacağı açıklaması bu çerçevede değerlendirilebilir. Herhangi bir politik aktör bu talebi küresel kapitalist mimari için yıkıcı etkiler oluşturacak bir programın parçası haline getirmediği sürece düzen açısından hiçbir talep bütünüyle zararlı değildir.
Genel olarak sol, toplumsal zenginliğin yeniden dağıtımını esas alan bir program ortaya koyamadığı için erimeye devam ediyor. Blair’in 3. Yol’unun paradigmatik kafesinden kopamayan sosyal demokrasi erimeye devam ediyor. Almanya’da SPD ve DieLinke’nin seçimlerde yaşadığı hezimet sonrasında Avusturya seçimlerinde de Sosyal Demokratlar 2. Dünya Savaşı sonrasının en kötü sonucunu aldılar. Muhafazakârların en büyük rakibi yabancı düşmanı, ırkçılar. Bizde Erdoğan’ın karşısına sermayenin bir seçeneği olarak Akşener’in pişirilmesini hatırlatan bir tablo. Sol; yoksulların, kapitalizmin kaybettirdiklerinin öfkesiyle buluşamadıkça kritik kırılma anı, kaosu daha da geliştirecek ve yıkımı büyütecek politik aktörleri güçlendiriyor. Bu aktörler, sınıfsal çelişkiyi kültürelleştirebilme yeteneklerinin nimetlerinden yararlanıyorlar. Finans kapital açısından muazzam gelir dağılımı adaletsizliğini, yapısal işsizliği ve güvencesizleşmeyi genel olarak sermaye ilişkisinin bir ürünü olarak değil de ülkelerindeki savaştan ve yoksulluktan kaçan göçmenlerin suçu olarak gösterebilen bütün hareketler son kertede “bizim çocuklar” muamelesi görmeyi hak ediyorlar.
Türkiye’de de Saray faşizmi ile finans kapital arasındaki en önemli ortaklaşma unsurunun işçi sınıfının politik olarak görünmez hale getirilmesi olduğunu biliyoruz. Erdoğan OHAL’i sermayeye pazarlarken işin bu yanını fazlasıyla vurguladı. Bu cazibenin küresel sermaye açısından da anlamlı olduğunu Toyota’nın CH-R modelini üretmek için Türkiye’deki fabrikasına -Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Portekiz’deki fabrikalarını bir kenara bırakarak- 450 milyon dolarlık ek yatırım yapmasından da anlayabiliyoruz. Erdoğan sınıf üzerindeki hegemonyasının kendisinin en önemli pazarlık gücü olduğunu biliyor. Özellikle 2019 seçimlerine kadar bu otoritesini kaybetmek istemiyor. 16 Nisan referandumun en tehditkar sonuçlarından bir tanesi de işçi sınıfının yığıldığı sanayi şehirlerinde Evet oylarının gerilemesi ya da Hayırların arkasında kalması.
İşte tam da burası sosyalistlerin önümüzdeki dönemde belirleyici rol oynayıp oynamayacaklarının, kaçınılmaz olarak yaşanacak büyük altüst oluşlarda inisiyatif alıp alamayacağının belirleneceği noktadır. Lenin’in emperyalizm teorisinin üstünlüğü yaklaşan büyük emperyalistler arası paylaşımı öngörmesi, Kautsky’nin bu çatışmayı görünmez kılan ultra-emperyalizm tezini işlevsiz kılmasıdır. Ancak savaşın Rus Devleti’nin yıkıma uğratması sonrasında Bolşeviklerin inisiyatif kazanabilmesi tamamen Fabrika Konseyleri hareketinin güçlenmesi ve burada Bolşeviklerin güç kazanması sayesinde olmuştur.
Anti-faşist mücadeleyi sınıf içerisinde mevziler kazanarak büyütmek, AKP’nin sınıfı saran pençesini güçsüzleştirmek, işçilerin bu yağma siyasetinden kopuşmasını sağlamak öncelikli olarak bu ülkenin sosyalistlerinin işidir. Geleceğin inşasında sosyalizmin sözünün olabilmesi ise ancak bu alanda mevziler kazanabilmeye bağlıdır. Yoksa sosyalistlerin oynayabileceği en parlak rol ister istemez kendi göbeğini kesebilmek adına özgücüne yaslanarak canla başla didinen, varını yoğunu ortaya koyan politik aktörlerin izleyicisi ya da yancısı olmaktır. Ekim Devrimi’nin 100. yılını, sosyalistleri kendi hatlarında çok daha derinleşecekleri yolları arayıp bulmanın gerekçesi haline getirmeliyiz.
Sınıf mücadelesi; demokrasi mücadelesinin, barış mücadelesinin ya da ezilen halklarla dayanışmanın alternatifi değil tam tersine bu görevleri layıkıyla başarabilmenin olmazsa olmaz koşuludur. Elimizde, hem sınıfa dokunmak ve içindeki mevzilerimizi geliştirmek, hem de kapitalist hegemonyaya karşı sosyalist karşı-hegemonyayı üretebilmek için büyük olanaklar var. AKP hala çıkıp rahatlıkla “dünyanın en büyük 17. ekonomisi yaptık ülkeyi” -Türkiye ekonomisi 1980’de dünyanın en büyük 16. ekonomisi idi- diye propaganda yapabiliyorsa bunu biraz da bizler elimizdeki olanakları en etkin bir biçimde kullanamadığımız için başarmıyor mu?
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]