Dünyadaki Puslu Hava
Mehmet YILMAZER
19 Temmuz 2009
Dünya, Bush günlerinden sonra Obama günlerine geçince havadaki belirsizlik arttı. Puslu bir hava var. Son Amerikan seçimleri sürecinden başlayan ve bugüne gelen bazı olayları hatırlamakta yarar var.
2008 Eylül’ünde Pakistan İslamabad’da bir otelde güçlü bir patlama oldu. Sonradan burasının CIA’nın kullandığı bir karargâh olduğu ortaya çıktı. Bir yıl geçmeden yine Pakistan’da, bu kez Peşevar’da beş yıldızlı bir otelde korkunç bir patmala oldu. Aynı günlerde Aden körfezinde korsanlar çok aktiftiler. Yine İsrail’in Gazze katliamı bu süreçte yaşandı. Obama’yla birlikte Pakistan’ın Swat vadisinde savaş başladı. Tamil gerillalarına yönelik bir katliam yapıldı. Son günlerde ise üst üste, İran’da seçim sonrası olaylar ve Çin’de Urumçi’deki karmaşa yaşandı. Bunun üzerine sözde El Kaide “Çin’in Afrika’daki hedeflerine saldıracağını” açıkladı. Latin Amerika’da Honduras’ta sonucu henüz kesinleşmemiş bir askeri darbe gerçekleşti. İsrail savaş gemileri Basra körfezine yola çıktılar. Endonezya’da Pakistan’dakine benzer otel patlamaları yaşandı. Ve Çeçenistan’daki Rus gazetecinin öldürülmesini de bu olaylar dizisinin içine yerleştirmek gerekiyor.
Bütün bu olanlardan, dünyada, Obama ve büyük ekonomik bunalımla başlayan yeni dönemin kendine özgü birikiminin hızlandığını söyleyebiliriz. Ancak henüz bu gelişmelerden bir yön tayini yapmak oldukça zor. Obama ortalıkta gülücükler dağıtarak dolaşırken, derinlerde çok farklı bir birikim yaşanıyor. Ayrıca Beyaz Saray’da Siyah Başkanla başlayan gülüm balım günlerinin bittiğini, Obama yönetimin gerçek yüzünü ortaya çıkartacak gerilimin yükselmekte olduğunu söylemek de hatalı olmaz.
Puslu havanın içinde, şimdilik belirgin olan bazı olgulardan hareketle yol almaya çalışalım.
İlki, yeni ABD yönetiminin ana politik yönelişleridir. Obama yönetimi politik ana taktik olarak Bush yönetiminin yarattığı ABD aleyhine kırılgan ve öfkeli havayı yumuşatmaya çalışıyor. Görünür politik davranışlarında bu yoldan yürüdüğü izlenimini yaratıyor. İran seçimlerinde Ahmedinejad yönetimine karşı fazla sertleşmedi. “Uygurların anası” her ne kadar ABD’de yaşıyor olsa da, olaylara dâhil olmaktan kaçındı. Honduras’daki darbe karşısında “bizim çocuklar iyi yaptı” demedi. Elbette iyi bakan gözlerin görebileceği gibi bütün bu ve buna benzer olaylarda bir de yürütülen örtülü politikalar vardı. Bush yönetimi zücaciyeci dükkânına dalan bir fil gibi davranırken, Obama yönetimi kedi kıvraklığı göstermeye çalışıyor. Beyaz Saray, ittifaklarını ve yedeklerini yeniden oluşturmak için, Amerika’ya karşı tepkileri yumuşatma ve nötralize etme taktiğini bir dönem yürütmek zorunda olduğunu çok iyi biliyor.
H. Clinton, geçenlerde New York Dış Politika Konseyinde yaptığı konuşmada Amerikan dış politikasının temel yönelişlerini sıraladı. “Tarihsel müttefik” adı altında Avrupa ve NATO’yu andıktan sonra, Pasifik bölgesinden Japonya, Güney Kore, Avustralya, Tayland ve Filipinler’e özel önem verdiğini vurguluyor. Öte yandan, “yükselen küresel güçler” adı altında Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya’nın yanı sıra Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye’yi sayarak bu ülkelerle “işbirliği” arayacaklarını belirtiyor.
Burada hemen her önemli ülke sayıldığı için ağırlık noktaları belirgin görünmüyor. Ancak aslında tablo oldukça belirgindir. ABD, “tarihsel müttefiki” Avrupa ile elbette ilişkisini Bush döneminin kırılganlıklarından kurtarmak istiyor. Ancak bunun sadece yumuşak politik üslüpla olmayacağı açıktır. ABD, Avrupa ile dünya zenginliklerinin paylaşılmasında artık “tek süper güç” pozisyonunda pazarlık yapamayacağını biliyor.
Öte yandan, ABD, Pasifik ülkelerine özel bir önem verdiğini H. Clinton’un ilk dış gezisini bu ülkelere yaparak vurgulamıştı. ABD, güç dengelerini yeniden kendi lehine çevrilebilmek için bu bölgenin rolünü önemsiyor.
“Yükselen küresel güçlere” gelince, hemen hepsiyle ABD’nin kolay giderilemeyecek sorunları vardır. Özellikle Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya’nın (“BRİC ülkeleri”) dünya güç dengelerindeki yerinin şu ya da bu konumda olması, ABD’nin geleceğini belirleyecek ölçüde önemlidir. Zaten dünyada güç dizilişi yeniden kurulurken en yüksek gerilim (veya uzlaşmalar) bu ülkelerin bulunduğu alanlarda yaşanacaktır.
Bu tablonun içinde politika oluşturmaya çalışan ABD, dış işleri bakanının ağzından bir önemli vurgu daha yapmıştır. H. Clinton konuşmasında şöyle diyor:
“Mevcut kurumlar yoluyla çalışacağız ve onları değiştireceğiz. Ama daha da ileriye gideceğiz. Devletlerin ötesine geçeceğiz ve devlet-dışı oyuncuların ve bireylerin çözüme katkısını sağlayacağız. Hükümetlerin de ötesine geçeceğiz, çünkü inanıyoruz ki insanlarla kuracağımız ortaklık, 21’inci yüzyıldaki devlet yönetimimizde önemli rol oynamaktadır.” (Radikal, Murat Yetkin)
“Devletlerin, hükümetlerin ötesine” geçmenin anlamı yeterince açıktır. Bu, Sosyalist Sistem çökerken Doğu Avrupa ülkelerinde ve Merkez Asya’da uygulanan “portakal devrimlerinin” yeni versiyonu olmalıdır. Fakat Irak yenilgisi ve büyük bunalımla sarsılan ABD’nin konumunu düşündüğümüzde bir gerçeklik daha ortaya çıkıyor. Yaralı “süper güç” artık devletler üzerinde doğrudan eskisi ölçüsünde etkin ve yaptırıcı değildir. Bu nedenle, “devletlerin ötesine” geçmek onun açısından kaçınılmaz hale geliyor. Bu taktiği imkânlı kılan başka bir dünyasal gerçek daha vardır. İki kutuplu dünyadan sonra “süper gücün” egemenliğinde “yeni bir dünya düzeni” kurulamadı. Bu hesap “Bağdat’tan döndü!” Ortaya çıkan güç çeşitliliği dünyada iktidarlar üzerinde dağıtıcı, paralize edici etkiler yaratıyor. İktidarda olmasa da belli ölçüde iktidarı olan güç odakları ortaya çıkıyor. Bir de bu gerçeklikten dolayı ABD, “hükümetlerin ötesinde güçlere” yönelme şansı görüyor. Yeni “Portakal devrimlerinde” bu kez alan tüm dünyadır. Veya bu alanı biraz daha daraltıp somutlarsak, ABD ile sorunlu olan yeni “yükselen küresel güçler”dir. Bunun içinde Türkiye’nin adının da geçtiğini hatırlayalım. ABD’nin bu yönelişinin dünyada belli bir süre daha puslu havayı arttıracağı öngörülebilir.
Puslu ortamda, ikinci belirgin nokta büyük bunalımın etkileridir. Kapitalist merkezler “krizi atlattık galiba” numara yapsa da, gerçeklik tam tersidir. Piyasalara, özellikle ABD, “helikopterle para yağdırdı.” Ancak bunun şimdilik tek kaynağı Amerikan Hazinesinin banknot matbaasıdır. Ayrıca bunalımla mücadelede ABD ve İngiltere mali politikaları “gevşetme” yanlısı iken, Avrupa bu konuda temkinlidir. Bu çatlak, dünyada kriz yönetimini sorunlu hale getirmektedir. Banknot matbaasının dolarları gerçek para olarak ekonomi devresine nasıl girecektir? Girmezse ortaya çıkacaklar zaten bellidir. Enflasyon dalgalarıyla dünya kapitalizmi bunalımın iki büyük dalgasını yaşayacaktır. Banknot matbaasının paralarının pula dönüşmesini engellemek için başlıca iki yol vardır: kapitalist ana yurtlarda yüksek vergiler ve zamlar! Veya dünya sermaye kaynaklarını kendilerine çekmek. Bu kaynak bugün dünyanın Pasifik bölgesine yığılmıştır. “Asya finansın” yıldızı parlıyor. Bu nedenle, H. Clinton kolu kırılmadan önce ilk ziyaretini bu bölgeye yapmış, Çin’deyken “hepimiz aynı gemideyiz” demişti. Bu mali birikime göz diken Amerika için Asya’nın doğusu büyük önem taşıyor. Sadece güler yüzlü pazarlıklarla “Asya finans” Pasifiğin öbür yakasına akmayacağına göre, belki de “hükümetler ötesi güçlerle” operasyonların en yoğun yaşanacağı bölgelerden birisi burası olacaktır.
Üçüncü belirgin nokta, gerilimi artan enerji satrancıdır. Satranç tahtasının kapladığı alan bellidir: Ortadoğu, Merkez Asya ve Rusya. Bu konuda son yıllarda Rusya’nın önemli hamleler yaptığı biliniyor. Ayrıca Çin de önemli anlaşmalara imza attı. İran, bu satranç oyununda kurban olmamak için çırpınıyor. Ancak saat işliyor, enerji satrancında yeni hamlelerin zamanı yaklaşıyor. Çok sözü edilen Nabucco şimdilik içi boş bir boru hattıdır. Doldurulması gerekiyor. Dünya kapitalist merkezleri bir yandan da “alternatif” enerji üzerine kıyasıya bir rekabet içindeler.
Puslu havanın derinliklerinde bu üç temel gerçek kendi hükmünü sürdürüyor. Dünya yeni güçler dizilişinin sancılarını yaşarken, bunun yanında büyük bunalımla birlikte kapitalizmin bazı önemli yapısal değişimlere zorlanmasının sıkıntılarını yaşıyor. Fay hatlarındaki gerilim artıyor.
“CIA’de yirmi iki yıl çalışan ve Usame Bin Ladin Masası’nı kuran Michael Scheuer, “ABD olarak tek şansımız, ülke içinde büyük bir saldırı gerçekleşmesi” cümlesi, aslında ne çok şeyi anlatıyor.” (Yeni Şafak, İbrahim Karagül)
Puslu hava böyle yeni bir şok dalgasıyla mı dağılacak? Obama yönetiminin sahte gülücükleriyle dağılmayacağı yeterince kesindir.