Aslına bakılırsa Tunus’taki isyanın patlak vermesinden bu yana Arap uyanışının somut olarak ortaya çıkmasına hizmet ettiği en net kazanım Rojava’daki kantonlardır. Rojava’da, örgütlü bir halk topluluğunun kendi hayatının denetimini ellerine alması yönünde alınmış çok ciddi bir mesafe var. Tam anlamıyla bir kaosa, bir ateş topuna dönüşmüş bir coğrafyada sadece güvenli bir yaşam ortamı sağlamakla kalmamış aynı zamanda özyönetimin geliştirilmesi yönünde kimilerinin “ütopik” görebileceği adımlar atılmıştır. 3 Ekim’de Gündem gazetesinde Nazan Üstündağ’ın, Radikal gazetesinde Fehim Taştekin’in yazdıklarına bakıldığında, Rojava’da alınan mesafenin ne kadar heyecan verici olduğu anlaşılacaktır.
Bundan birkaç hafta önce Karaburun’da yapılan bir panele Asya Abdullah katılmıştı. Kendisine “Rojava Devrim’i diyip duruyorsunuz ama üretim araçlarının mülkiyetine müdahale etmeden nasıl oluyor da bir devrim yapmış oluyorsunuz?” mealinde bir soru soruldu. Kendi siyasi ortamımızın meseleleri el alma biçimini bildiğimiz için soru çok şaşırtıcı gelmedi. Bizim genel olarak çok sınırlı bir pratikten yola çıkarak meseleleri fazlasıyla skolastik tartışmalara dönüştürme gibi bir alışkanlığımız var. Dolayısıyla yaşananları bütün boyutlarıyla kavrayamadan, dar bir noktaya sıkıştırıp orada da yeterince derinleşemeden boğulup kalmak ortamımızda sıkça rastlanan bir durum. Mülkiyet meselesinin önemini vurgulaması açısından önemli bir soru belki ama halk inisiyatifinin geliştirilmesinin devrimin ne kadar temel bir öğesi olduğunu da görünmez kılması itibariyle de o kadar perdeleyici bir yaklaşım söz konusu. Hiçbir devrim mülkiyet meselesinin hallolması ile tamama ermiyor. 20. Yüzyıl sosyalizminin deneyiminin tamamı bunu ortaya koyuyor. Devrimlerin ölümüne yol açan olgu, mülkiyet meselesinin askıda kalmasından ziyade halk inisiyatifinin yok olmasıdır. Toplumun ezilen kesimlerinin bir politik özne olarak inşası ve toplumsal yaşamın bu öznenin denetiminde şekillenmesi devrimin esasıdır. Devrim standart bir programın, standart bir programatik hedefin her ne biçimde olursa olsun hayata geçirildiği bir sosyal olay değildir. Devletin her şeye hakim olduğu, toplumun ve ezilenlerin tüm inisiyatiften yoksun bırakıldığı bir siyasi rejim, mülkiyet tamamen devletin elinde bile olsa devrimci ya da sosyalist olarak nitelenemez, nitelenmemelidir. Sadece programatik hedefler açısından bakıldığında halkın örgütlü bir politik özne haline dönüşmediği, fakat otoriter bir liderin ezilenlerin rızasını kazanmak adına gerçekleştirdiği kimi düzenlemeler de devrim diye nitelenebilir. Örneğin Arap sosyalizmine, BAASçılığa baktığımızda böylesi bir sol popülist içerikle karşılaşırız. Fakat buralarda örgütlü halk kitleleri hiçbir zaman bürokratik öncüden ipleri tam olarak devralamamıştır. Bizler devrimin temel kıstası olarak ezilenlerin politik özne halinin büyütülmesini görmeliyiz, devrimin gözü gibi koruması ve kollaması gereken bu halk inisiyatifidir.
Rojava’da mülkiyet alanında ne gibi gelişmeler yaşandığını çok iyi bilmiyorum. Ama özyönetim konusunda atılan adımların insanı heyecanlandırmaması mümkün değil. Kobane’nin kendisinden teknik açıdan çok daha üstün güçlere direnebilmesi de halk inisiyatifinin bir ifadesi olarak okunmalı. Var olan yönetim ile halk arasında olağanüstü bir özdeşleşme olamasaydı Kobane direnişi ortaya çıkamazdı. Yıllardır kimlikleri bile verilmeyen bir halk kendisini siyasi iradeleştirmesi, iktidarlaştırması sonrasında tarihi bir direnişi ortaya koyabiliyor. Halkın siyasi sisteme yabancılaşmasının söz konusu olduğu durumlarda ise bunun yaşanması mümkün değildir.
Esasen son yıllarda yaşadığımız büyük toplumsal olaylar örgüt-toplum diyalektiğini çok daha belirgin kavramamızı sağlayacak veriler içeriyor. Burada devlet-sivil toplum ilişkisinin bir alt modelini görüyoruz. Sadece kendiliğindenci kitlesel dinamiklere dayanan, deyim yerindeyse “kervanını yolda kuran”, öz organizasyonu sağlayan, hareketin iskeleti görevi gören ve karşıt hegemonya üreten bir örgütle bütünleşemeyen hareketler yenildi ve hızla geri çekildi. Bu hareketlerin mirası ise örgütleyebildikleri yapılar oranında kalıcı olabiliyor. Ortada topluma kök salabilmiş bir örgüt yoksa, hareketin kalıcılığından bahsedebilmek de mümkün olamıyor. Bunun simetriği biçiminde halkı özneleştiremeyen, halkın organik bir parçası olamayan örgütler de hiçbir dönemde işlevsel bir rol oynayamıyorlar. Bu anlamda örgüt, halkın özneleşmesinin bir ifadesi olabildiği oranda bir rol oynayabiliyor. Kendisine örgütsel bir yapıyı iskelet haline getiremeyen toplumsal hareketler ise istikrar kazanamıyor. Bu toplumsal hareketler içinde kendiliğindenliğin örgütsel formları haline dönüşen bazı biçimler, organik bir hal kazanamayınca hareketin tansiyonu düşünce kendiliğinden yok oluyor. Bu örgütsüzlük hali de hareketin buharlaşmasına hizmet ediyor. Şu ana kadar yaşanan örneklerde toplumsal hareketin hareket esnasında örgütleşmeyi başardığı bir deneyim yaşanmadı. Daha ziyade elinde hazır bir örgüt bulunan halkların, harekete geçtiklerinde bu yapıyı işlevlendirebildikleri durumlarla karşı karşıya geldik. Bu durumun ortaya çıkabilmesi için ise örgütün hem gerekli enerjiyi ortaya çıkarması hem de halkı irade kılmaya dönük net bir ideolojisinin olması gerektiği de gözüküyor. Kendiliğinden hareket kendisini bir üst seviyeye sıçratacak bir hazır örgütsel birikimle buluşamıyorsa birkaç adım attıktan sonra tökezliyor ve enerjisini yitiriyor. Varolan örgütsel yapılar ise kendiliğinden hareketin kılığına bürünebildiğinde hem hareketin hem de kendisinin sıçramasına hizmete edebiliyor.
Arap baharı adı verilen süreç, birçok yerde büyük halk hareketlerini tetikledi ve bu hareketlerin coğrafyası sadece Ortadoğu ile de sınırlı kalmadı. İspanya, ABD’deki hareketlerin de ilhamını büyük oranda Tunus ve Tahrir’den aldıkları açıktır. Tahrir’de ortaya çıkan muazzam irade neyi istediği değil de neyi istemediği noktasında sıkışınca darbenin kuyrukçusu haline geldi. Tunus’ta devrim, var olan parçalı örgütlülüğü aşacak yeni bir moment yaratamadı. Yunanistan’da ise kemer sıkma programına isyan, çok zengin biçimler almanın ötesinde Syriza’yı yarattı. Burada sosyal patlama esnasında var olan bir örgütün, isyanla aşılanmayı başararak bir niteliksel sıçrama yarattığı bir örnekle karşı karşıyayız. Syriza şu anda Yunanistan’da en önemli politik özne haline gelmeyi başardı. Fakat karşısındaki en önemli risk, bu kadar büyüme ile gerçekten radikal bir kopuşu uyumlaştırıp uyumlaştıramayacağı. İspanya’daki İndignados hareketi ise PODEMOS’u yaratmış gibi görünüyor. Burada da var olan hareketin sosyal patlama ile aşılanarak neredeyse tamamen gömlek değiştirmesi durumu ile karşı karşıyayız. Örgütsel bilinç kendisini tamamen kitle hareketinin bilincine açıyor ve onun tarafından şekillendirilmeyi benimsiyor. Hareket ile örgüt arasındaki bu özdeşleşme hali ise PODEMOS’a dönük desteğin giderek artmasına yol açıyor. Hareket kendisini bir örgütsel birikime dönüştürebilince süreklilik kazanıyor. ABD’deki Occupy hareketi ise bilinçlerde ciddi bir etki yaratmasına rağmen (Piketty’nin Sermaye’sini bir best-seller haline getiren ideolojik ortam) henüz bir örgütsel birikim yaratabilmiş değil. Gezi sonrasında bizde yaşanan durum da daha çok buna benziyor. Gezi sonrasında neredeyse hiçbir örgüt buradan aşılanarak çıkamadı. Yani kitle hareketinin kendisini dönüştürmesine müsaade eden, bu sayede de kitleselleşerek yeni bir dinamiğe dönüşen bir yapı ortaya çıkamadı. Oysa örgütsel birikimlerin en yoğun olarak var olduğu coğrafyalardan birisi de Türkiye’ydi. Fakat örgütler isyan esnasında önemli roller oynamalarına rağmen (harekete direnç taşıma, hareketin düzen güçleri tarafından yönlendirilmesine ve çalınmasına engel olabilme) genel olarak isyan sonrasında yabancılaşma ürettiler. Böylesi bir sonucun ortaya çıkmasının en önemli sebebi ise Türkiye’deki örgütsel yapıların genel olarak toplum-örgüt ilişkisini tek yönlü bir biçimde kurgulama alışkanlığına sahip olmalarıydı. Bu kurgulama biçimi Leninist geleneğin “kitlelere bilinç taşıma” çerçevesinden etkilenmekteydi. Oysa gerçek başarı örgütlerin kendilerini kitle hareketi tarafından aşılanmaya açabilmeleri ile mümkün olabilirdi. Fakat söylemsel anlamda kimi etkilenmeler ortaya çıksa da örgütsel yaşamların hiçbiri Gezi dinamiği ile aşılanmayı başaramadı, örgütsel yaşamlarda genel olarak Gezi öncesi çerçeveler egemenliğini sürdürmeyi başardı. Dolayısıyla bugün siyasi ortamımızda, büyük halk hareketinin üzerinden sadece 1.5 sene geçmiş olmasına rağmen Gezi’den neredeyse bahsedilmez oldu. Gezi’nin en özgün sonuçları olarak değerlendirilebilecek Dayanışmalar, Park Forumları ilk hallerinin karikatürleri olarak yaşanır hale geldiler.
Rojava’da ise devletin çözülmesi sonrasında ortaya çıkan boşluğun halk inisiyatifi tarafından büyük bir beceri ile doldurulduğu bir deneyim yaşıyoruz. Devlet iktidarı söz konusu alanda çözüldü ancak eğer ki var olan durumu kısa sürede kavrayan ve buna uygun bir harekat ve örgütlenme planını hayata geçiren bir irade olmasaydı, Rojava’da da IŞİD benzeri proto-devlet başka gerici yapılar hakim olabilirdi. Rojava Deneyimi kendiliğinden halk hareketinin ön açmadığı, fakat örgütsel yaklaşımın büyük bir halk dinamizmini ve toplumsal hareketi yarattığı bir deneyimdir. PYD’nin böylesi bir deneyim ortaya çıkarabilmesinde Öcalan’ın son yıllarda geliştirdiği özyönetimci/komünitaryen anlayışının çok önemli bir rolü olmuştur. Öcalan, cezaevindeki sınırlı imkanlarına rağmen önemli bir reel sosyalizm eleştirisi olarak da okunabilecek bir yaklaşım geliştirdi. Bu düşünce patikasına girmesi reel sosyalizm ile hesaplaşmak gibi teorik bir kalkış noktasından ziyade çok pratik bir ihtiyaçtan kaynaklandı. Var olan sınırları değiştirmeksizin Kürt halkını hayatın içinde iktidar yapacak bir yapılanma mümkün olabilir miydi? Aktif halk katılımı ile devletin iktidarını gereksizleştirebilecek bir paralel devletleşme yaratılabilir miydi? Dört parçayı birleştiren bir tek devlet inşası yerine Kürt halkı ile birlikte tüm bölge halklarını da özgürleştirecek, milliyetçi gerilimleri en aza indirecek bir sosyal ağ inşa edilebilir miydi? Öcalan var olan sıkışmışlığı aşabilmek adına önemli bir teorik hamle gerçekleştirdi ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin dokusunu büyük oranda yeniden yapılandırdı. Örgüt-toplum diyalektiği farklı bir dengede yeniden oluştu. Halk inisiyatifinin hayatının her alanında örgütlenmesinin önü çok daha fazla biçimde açıldı. Toplumun örgütü tek taraflı bir biçimde desteklediği, örgütün de halk adına mücadele ettiği paternalist ilişki büyük oranda dönüştü. Türkiye Kürdistanı’nda bu modelin esintileri gözlemlenebilse de devletin bozucu etkisi tablonun tam olarak belirginleşmesini engelledi. Rojava’da ise devletin sahneden çekilmesi Öcalan’ın ortaya koyduğu çerçevenin tam anlamıyla hayat bulabildiği bir olanak yarattı. Aslında Öcalan da devletin işlevinin halk iradesi tarafından üstlenilmesi, halk örgütlülüğünün devleti gereksizleştirmesi yönünde bir model geliştirmişti. Bu anlamda söz konusu kominerteryen model devletin çözüldüğü bir bölgede çok daha rahat örgütlenebilirdi. Fakat PYD’nin iradesi olmasaydı böylesi bir deneyim de hayata geçemezdi. Aslında burada yaşanan Lenin’in Devlet ve Devrim’de resmettiği iktidar modeline yaklaşmaktadır. Fakat 20. Yüzyıl sosyalizmlerinin hiçbiri halkın kendisini iktidarlaştırmayı başaramamıştır. Partinin iktidarı ve inisiyatifi halk iktidarını ikame etmiştir. Bizde de iktidara genel bakış açısı bu yönlü olduğu için L.Amerika’daki 21. Yüzyıl sosyalizmi denemeleri de fazla önemsenmiyor. Aslında Venezüella başta olmak üzere L.Amerika deneyimlerinin de özelliği halk inisiyatifini geliştirme yönündeki iradedir. Burada da mülkiyet meselesi olduğu gibi ortada durmaktadır.
Bizler, Devrim Nedir? Sorusuna vereceğimiz cevap üzerine netleşmeliyiz. Söz konusu olan özel mülkiyetin devrimle iktidara gelen bir diktatörlük tarafından tasfiyesi ile sınırlanamayacak kadar karışık bir konudur. Halk örgütlülüğünün, parti iradesinin çok ötesine taşacak bir biçimde toplumsal yaşam üzerinde denetim kurabilmesinin sağlanabilmesi siyasi devrimin çok daha öncelikli bir maddesi olmak durumundadır. Ekonomist Marksizm yaklaşımı, indirgemeci bir mantıkla devrimi mülkiyete göre yaklaşım meselesine sıkıştırdı. En temel mesele mülkiyet ile ilgili yapılan düzenlemelerle ilişkilendirildi. Adalet, özgürlük ve eşitlik, istikrarlı ve ezilenleri kendisine yabancılaştırmayan bir sosyalist iktidarın inşası meselesi ise göz ardı edildi. Mülkiyet ile ilgili düzenleme bunların hepsini, tüm istediklerimizi bize verecekti. Oysa böyle olmadı.
Bu anlamda bugün Rojava’da yaşananları hem halklar arasında bir ortak yaşam modeli oluşturması hem de halk inisiyatifini yaşamın her alanında arttırması sonuçları dikkate alındığında rahatlıkla bir devrim olarak niteleyebiliriz. Bugün karşı karşıya bulunduğu siyasi tehdidin de böylesi bir gerçeklik alakalı olduğu açıktır. Erbil’in düşmesi ihtimaline karşı hızla devreye giren ve IŞİD’i alandan uzaklaştıran batı müdahalesi söz konusu olan Kobane olunca devreye girmiyor. Rojava’nın halkların birbirine boğazlatılması dayatmasına karşı sunmuş olduğu demokratik toplum modeli (ki haliyle biraz da Tito Yugoslavya’sını hatırlatıyor) imha edilmek isteniyor. Rojava Kürtçülük yapmadığı için cezalandırılmaya çalışılıyor. Çünkü bölgede hesapları olan tüm kesimlerin ezberini bozuyor. İsrail’in ve Körfez ülkelerinin başlıca hedefi İran. İsrail, İran ve müttefikleri üzerindeki basıncı azaltacağı için IŞİD’in tam anlamıyla tasfiyesini istemiyor. Benzer bir biçimde Türkiye de Esad’ın gönderilmesine kilitlendiği için IŞİD’i önemli bir araç olarak görüyor. Tabii ki Esad’ın yanı sıra Suriye’deki Kürt varlığının sıkıştırılması açısından da IŞİD çok önemli bir rol oynuyor. Mezhep savaşları üzerine kurulu denklemi Rojava’nın iksiri bozabilir ancak bu mezhepçi saflaşmanın bozulması büyük güçlerin planlarını alt üst eder. Davutoğlu geçtiğimiz günlerde yandaş bir TV kanalına röportaj veriyordu, beş dakikada belki 10 defa Sünni dedi.Davutoğlu, Kürtlere de bu çerçevede bakıyor ve Sünni olmalarına rağmen Esad’a karşı daha saldırgan bir tutum almamalarını anlayamıyor. Çünkü Suriye ona göre Sünnilerin hakkı, çünkü Sünniler çoğunlukta. Irak’tan da Sünnilerin çoğunlukta olduğu parçanın Maliki’ye karşı isyan etmesi normal, çünkü Maliki Şii, Felluce, El Anbar, Tıkrit Sünni. Bu Sünnici bakış açısının bölgeyi nasıl bir iç savaşa sürükleme potansiyeli olduğu son 10 yılda açıkça anlaşılmasına rağmen Erdoğan/Davutoğlu bu çizgide ısrar ediyorlar, çünkü burada Türkiye burjuvazisinin önünde açılmış tarihi bir olanak görüyorlar. Müslüman Kardeşler üzerinden Katar’ın da mali desteği ile bir Sünni birliği kurmayı düşünüyorlar. Mısır’da Mursi iktidardayken bu çok küçük ihtimal dahilinde bile olsa gerçekleşebilecek bir olanaktı. Bugün ise aklı başında bir siyasinin kesinlikle girişmemesi gereken sonunun kayıp olacağı belli bir kumar söz konusudur. Bu konjonktür çok belirgin bir biçimde dönüşmeden Esad’ın, Hizbullah’ın, Sisi’nin aradan çekildiği bir yeni tablo ortaya çıkamaz.
Aynı şekilde Türkiye Suriye’ye karşı öyle bir yıkım tablosunun baş mimarı oldu ki iktidarda kalan bir Esad’ın Türkiye için her daim istikrarsızlık kaynağı olacağını biliyor. Ve Batı’nın IŞİD’e karşı sıkıntısından yararlanarak “IŞİD’e karşı sizin için savaşırım ama araya Esad’ı da katarsanız” pazarlığına girişmeye çalışıyor. IŞİD’in muhtemel geriletilmesi öncesinde ise Kobani’nin düşürülmesi gerekiyordu, bu anlamda IŞİD’i Kobani üzerine çeken mıknatıs Türkiye’dedir. Bu esnada da PYD’ye eğer inisiyatifini elden bırakır ve Barzani’ye yol verirse desteklenme teklifi sunulmaktadır. Erdoğan içeride de müzakere sürecinde PKK’nin tabanını Barzani’ye kaydırma planları yapmaktaydı. Bunu başaramadığı gibi hem Rojava ortaya çıktı hem de Şengal sonrasında hem Kürdistan’da hem de tüm dünyada PKK olağanüstü prestij kazandı. Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiği ABD yönetiminin Obama’dan sonra 2 numarası tarafından alenen ilan edilmesiyle eş zamanlı olarak Kobani, IŞİD’e karşı 3 haftadır direnerek tüm dünyanın göz bebeği haline geldi. Dolayısıyla Erdoğan artık açıkça “IŞİD neyse PKK odur” noktasına geldi. Fakat bu tezin alıcılarının sayısı hem dünyada hem de Türkiye’de olağanüstü azalmış durumda. ABD, Türkiye’nin operasyonun Esad’a doğru da geliştirilmesi yönündeki talebini şimdilik reddediyor. Rusya ile ilişkiler bu kadar sıkıntılıyken böyle bir hamlenin zaten işleri daha da çığırından çıkaracağı açıktır. Türkiye’nin buradaki pozisyonu aslında oldukça çaresiz görünmektedir. Esad ayaktadır, Kürtler massedilmek bir yana daha da güçlenmiştir, IŞİD’e verilen destek Türkiye’yi Pakistanlaştırabilecek bir zemin yaratmıştır, Türkiye’nin Rusya’ya rağmen Esad’a karşı tek başına vurabilme olanağı yoktur, Ortadoğu partneri Müslüman Kardeşler giderek yeniden sosyal hareket olma sürecine girmiş, siyasetten uzaklaşmaktadır.
Bu tablo Erdoğan’ı giderek içerideki eski düzen uzantıları ile yakınlaşmaya doğru itiyor. Kendisini hala cemaatin yargıdaki gücü karşısında güvende hissedemiyor, dünyada giderek yalnızlaştığının farkında, müzakere sürecinin Kürt hareketini eritemediğini görüyor; tüm bunlar kendisini güvende hissedebilmek için yeni ittifaklar aramaya itiyor. Bu eğilimi gören Öcalan müzakere sürecinin bitmesi durumunda bir darbe seçeneğinin gündeme gelmesi ile ilgili bir değerlendirme yaptı. Müzakere sürecinin bitmesini isteyen ulusalcıların bir kesimi Kürt karşıtlığı üzerinden oluşabilecek bir ittifakın tellallığını yapar bir biçimde AKP ile flört içerisindeler. MHP’nin tezkereye destek vermesini de sadece Kürt düşmanlığı ile açıklamayalım, AKP’nin Suriye çöllerine çekildiği ve ülkenin destabilize olduğu koşullar AKP’ye karşı bir devlet hamlesi için de zemin yaratabilir. Cemaat ile AKP arasındaki çatlak açık bir savaşa dönüşmeden önce devlet ile AKP arasında bir faz farkı yok gibiydi. Dolayısıyla devlet ile AKP ikiliğinin öne çıkarılması “yetmez ama evet”çi tınılar ortaya çıkarıyordu. Fakat devletin derin dehlizlerinde konumlanmış bir cemaat, Erdoğan’ın zayıflaması sonrasında öç alma hevesiyle ortaya çıkabilecek eski devlet uzantıları süreçten yararlanmaya çalışıyorlar. Şu an için bunlar somut olmaktan ziyade zayıf olasılıklı seçenekler olarak görülmeli. Fakat önümüzde istikrarlı bir ilerleyiş olamayacak gibi görünüyor. Hele de tezkerenin işaret ettiği olasılıklar somutlaşırsa, Kobani düşer ve müzakere süreci biterse, IŞİD Türkiye’de daha fazla görünür hale gelirse böyle bir sürecin sonunda nasıl bir noktaya varılacağı öngörülemez. Şimdiden bütün siyasi güçler böylesi hesaplamalar içerisinde.
Ezilenler cephesinde ise Kobani Direnişi’nin yansımaları çok belirgin bir biçimde hissediliyor. IŞİD tehdidini Alevilerin de yoğun olarak yaşaması ve YPG’nin kadınlı erkekli direnişi ülkedeki ezilen bloklar arasında buzları biraz daha eritiyor. Demirtaş kampanyası zaten önemli mesafelerin kat edilmesini sağlamıştı. HDP’nin örgütlenebileceği zemin giderek güçleniyor. Tabii ki müzakere sürecinin ne yöne gelişeceği burada tamamen belirleyici olacaktır. Müzakere sürecinin bitmesi HDP’nin zeminini en azından Batı’da daraltır. Fakat bu kader ortaklaşması bilincinin giderek yayıldığı bir dönemdeyiz. Bu bilinç kendisini ifade edecek bir mecra mutlaka yaratacaktır.
Kobani Direnişi bir şehrin savunulmasının çok ötesine geçen bir anlam taşıyor artık. Kobani’de iki farklı dünya tahayyülünün savaştığı her geçen gün daha da berraklaşıyor. Tüm ezilenler bu tahayyüller arasında tercih yapmaya zorlanıyor. Kobani, bölgedeki tüm direniş dinamiklerini bir araya getirmeye dönük bir çağrı haline dönüşüyor. AKP’nin, emperyalizmin, IŞİD’in tahayyülü mezhepsel ve etnik bölünmeler üzerinden birbirine girmiş, kendi 200 yıl savaşlarına soyunmuş, etnik ve mezhepsel temizliği yegane siyasi program haline getirmiş bir kaosa dönük iken bölgenin kadim halklarının bir arada yaşama bilgeliği 20 gündür direniyor. Direndikçe etrafındaki hale daha da büyüyor. Umuda sahip çıkma görevi ise hepimizi daha bir silkeliyor.