Eylül’ün belki de son güneşli günlerinden biriydi Çarşamba. Kadıköy rıhtımında buluştuk canlarla öğlenin on ikisinde. Önce gerici eğitim sistemini kabul etmeyen Alevi canların Ankara’ya yürüyüşü başlayacaktı. İnsanı tekleştirmeye soyunanlar çocuklarımızdan başlıyor şimdi. Ülkenin dört bir yanından adım adım yürünecek Ankara’ya. Ayrılırken kucaklıyoruz canlarımızı, Xızır açık etsin yollarını.
Şimdi Suruç yollarına düşme zamanı. Bizleri yolcu etmeye gelenlerle vedalaştık bir bir otobüsümüze binerken. Kaptanın eli kontağa giderken çıktı karşımıza resmi kıyafetli devletin emir erleri. Öylesine bakılan evraklar derken bi çırpıda otobüsün bağlanacağını söyledi polis efendi. Alevilerin Suruç’a gitmesi engellenmeliydi bir şekilde. Gerekçeye uygun bir şey söylemeliydiler, komedi programının skecinden alınmışçasına söyleyiverdi polis araçtaki rengin uyumsuz olduğunu. Karar vermiştik, aracımızın bağlanmasına izin vermeyecektik. Ne olacağını beklerken aramızda “ne yapabiliriz”i tartışıyorduk. En iyisi birbirimize kenetlenip oturacaktık yolun ortasında. Varsın gözaltına alsınlar! Sinirlerimiz olabildiğince gergin. Alevilerle Kürt halkının birbirine omuz vermesini kaldıramaz bu sistem. İzin vermezlerse Kadıköy’de bütün canlarımızla protesto edeceğimizi söylemek bekli de yetmişti onlara. Uzun bekleyişin ardından otobüsümüzün renklerinin yolculuğumuza sorun teşkil etmeyeceğini anlamıştı bozuk düzenin anlamsız polisi!
Otobüsün arka koltuğunda uzanırken ağır ağır geçiyordu bulutlar. Kerbela’da yetmiş iki yoldaşıyla başı kesilen pirim Hüseyin düştüğünde zihnime, kapatmıştım gözlerimi. Bulutlar hızını bozmadan ilerleyişini sürdürüyordu. Sanki Kobanê’den kaçıyordu. Hüseyin’in kanı Yezit’in bıçağından damlıyordu toprağın çatlayan aralığına. Bin yıldan fazla geçen zaman aralığında gidip geliyor düşlerim. Bir Kerbela bir Şengal olup sızlarken yüreğim, ferman düzenler şimdi Kobanê’ye dikmişti gözlerini. Bir an önce dikilmeliydik bıçağı kınından çekenlerin karşısına.
Yol boyunca yeni canlar eklendi heyetimize. Sabah güneş doğarken işgal edilen topraklara giriş yaptığımızda iki dilli tabelaya ilişti gözlerimiz; “Şaradariya Pirsusê-Suruç Belediyesi”.
Sabahın erken saatleri olmasına rağmen insan kalabalığı dikkatimizden kaçmıyor. Kendi kendimize soruyoruz “Her zaman böyle kalabalık ve hareketli midir?” diye. İnsanlarla sohbet edip çevreye dikkatlice baktıkça anlıyoruz duyduklarımızın gerçekliğini. Park, bahçe, arsa vs açık alan diyebileceğimiz her bir noktada konaklayan insan kümeleri sorularımızın cevabı oluyor kendiliğinden. Yol kenarında bir araçtan çorba dağıtılıyor. Burnunu çeke çeke elini uzatıyor tabağa küçük çocuk, koltuğunun altındaki ekmekle. Çorbasını alan, kaldırıma diziliyor. Ne kaldırıma yanaşan araçlar umurunda ne de çevresinden geçen insan yığınları. Ha bire kaşıklanan çorba sanki içinde yokmuşçasına boşalıveriyor.
İlk ziyaretimiz için, sokağının başındaki onlarca çevik kuvvet polisi ve TOMA’lar arasından geçip ilerliyoruz DBP ilçe başkanlığı binasına. İlçe merkezinin yoğunluğu, neredeyse parti binasında da mevcut. Telaş içinde sürekli bir yerlere koşturan insanlar, durmadan çalan telefonlar. DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, HDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ve parti yöneticilerinin gülen gözlerinin içine bakarak sıktık ellerini. Sakin ve tane tane konuşmasıyla Yüksek, bölgedeki durumu bize aktarırken yudumladık kaçak çayımızı. Acıların eksik olmadığı bu topraklarda düşmüştü bombalar kaçağa gidenlerin üzerine. Roboski’yi düşündükçe çayın tadı acıya kesiyor.
IŞİD saldırıları şiddetlenirken Türkiye’ye geçen insanların sayısının 140 bin olduğunu aktaran hükümet yetkililerini Kamuran Yüksek yalanlıyor. Yüksek bu rakamın yüksek söylenmesi ile panik havası yaratılarak savaşın psikolojik boyutunun örgütlenmek istendiğini, oysa gerçek rakamın 25-30 bin civarında olduğunu kaydediyor. “İlk günden beri bütün olanaklarımız seferber edildi” diyen zebanileşmiş devlet yetkililerinin sözlerindeki doğruluğu(!) da DBP ilçe binasından çıktığımızda bütün hakikatiyle görecektik.
İstanbul ve Ankara’dan Kobanê direnişine destek sunmak için Suruç’a gelen Alevi heyetimizin ziyaretini, anlamlı ve geliştirilmesi gereken bir adım olarak değerlendiriyor Kamuran Yüksek. Kürt ve Alevi halkının tarihi ve kaderinin, insanca yaşama istediğinin arzulandığı topraklarda kesiştiğini, yan yana gelişlerin hepimizi güçlendirdiğini söylüyor.
Bölgede yaşanılanları ve siyasi gelişmeleri Yüksek’ten dinlerken aklımız bir taraftan da sınıra gitmekte. İçişleri Bakanlığı Suruç’a gidişleri olabildiğince zorlaştırmak için bütün birimlere talimatlar yağdırmış. Biz İstanbul’dan hareket etmeden yaşamıştık bunu. Sınıra sıfır noktadaki köylere otobüsümüzle gitmemizin engellenmesi olasılığına karşı, belediyenin tahsis ettiği araçlarla gidecektik. Yerele hâkim bir kadın arkadaşla birlikte belediye binasına doğru yola koyuluyoruz. Belediye’ye doğru yürürken kadın arkadaşa “Başkanım” diyerek selam verilmesi dikkatimizi çekiyor. Heyetimizde bulunan arkadaşlara soruyorum kim bu kadın arkadaş diye. Suruç Belediye Eş Başkanı Zuhal Ekmez olduğunu öğrendiğimde tebessümle şaşkınlığı bir arada yaşıyorum doğrusu. Bölgeye giden arkadaşlarımız belediye başkanlarıyla halkın arasında bürokratik ayrışımanın olmadığını aktardığında bir de yerinde görmek gerekiyormuş diye iç geçiriyordum doğrusu. Velhasıl Zuhal Ekmez sadece eş başkandı, herkes gibi o da çalışıyordu.
Diren Kobanê Aleviler Seninle!
Tek tük ağaçları bile zor gördüğümüz arazilerin arasında ilerlerken yıkık dökük ahşap evler karşılıyor bizleri. İlk durağımız IŞİD çetesinin elinde bulunan köyün Türkiye tarafında kalan kısmı yani Alişar. Yaklaşık 250-300 metre ilerimizde çetelerin bayrağı dalgalanıyor. Köyde yirmi dört saat nöbet tutuyor insanlar. Çetelerin her hareketliliği gözlemlenirken, sınır hattında Türk askerleri de nöbette. İnsanların burada durmasından hem IŞİD hem de asker rahatsız. Asker halkın sınır hattını hatta köyü terk etmesi için sürekli baskı yapıyor. Ekranlara yansıyan görüntülerde sıkılan gaz bombalarının yanına gerçek mermiler de eklenmiş. Nöbet tutan bir kadın arkadaşla sohbetimizde elliye yakın kişinin yaralandığını söylüyor. Hele bir fotoğraf karesi var hatırlarsınız. TOMA, önüne yaşlı bir kadını katmış, sıktığı suyla kovalıyor. İnsanlar burada hiç konuşmasa, anlatmasa yaşadıklarını devlet ne kadar sevinecek. Bunun mümkün olmadığını bildiği için tanıklık etmesini istemiyor halkın.
Köylere yaptığımız ziyaretlerde insanların gözlerindeki duygunun sıcaklığını hissediyorduk. Birbirine düşmanlaştırılan iki halkın, temsili de olsa acılarını paylaşıyor olmasının anlamı büyüktü.
Alişar, Kop ve Dewşan köylerine yapılan ziyaretler sonrası Mürşitpınar sınır kapısına çevirdik yönümüzü. Adım başı askeri araçlar burada da bizleri karşılayanlar arasında. Sınır kapısı önü, basın ve Kobanê’lilerle dolu. ABF, Levhi Kalem Fikir Topluluğu ve Yeşilkent Pirsultan Kültür ve Dayanışma Derneği’nden canlarla sloganlar eşliğinde kapıya doğru yaklaştık. Burada bulunuşumuzu en iyi anlatan sloganımızdı “Diren Kobanê Aleviler Seninle!”.
Ah Beşir!
“Bir bilsen kardeşlerim ne can çocuklar”
Kobanê’li çocuklar burada da karşımıza çıkıyor. Biz onlara onlar bize bakıp duruyor. Birlikte slogan atıp fotoğraf çektiriyoruz. Çocuklar siz bakınca hep gülüyor. Gitme vakti geldiğinde el sallayıp ayrılıyoruz. Biraz uzaklaşıp geri dönüyorum, çocuklar bize bakıyor. İçlerinden biri hızlıca yanıma geldi, sıcacık elleriyle tuttu ellerimi. Bir şeyler söyledi Kürtçe. Anlamadım. Utandım bakamadım gözlerine. Adı Beşir’di. Onları bırakıp gidiyorduk. Beşir bir arkadaştan saatini istemiş. Çok beğenmiş. Arkadaşımız hemen çıkarıp veriyor. Beşir’de elini cebine atıyor ve ne kadar demir parası varsa uzatıyor. Binlerce onurlu Kobanê’li’den biri Beşir!
OHAL Bölgesi: Suruç!
İlçe merkezinin caddeleri ve ara sokaklarında polis araçları konuşlanmış. Caddelerden sürekli askeri araçlar geçiyor. Türkiye’ye ait olmayan, başka bir coğrafyada askeri güçten başka bir şey değil sanki devlet. Köşe başlarını tutmuş devlet aygıtlarından her bilgi sakınılıyor sanki. Ve yaşam savaşın gölgesinde tüm hızıyla akıyor.
Suruç “Türkiye’nin” Kobanê’si. Aslında aradaki tel örgüleri zorla ayakta tutmaya çalışan Türkiye askerinden başka set yok arada. IŞİD’in Kobanê’ye saldırısı üzerine YPG tedbir amaçlı çevre köylerdeki aileleri Suruç’a gönderiyor. İlçede Kobanê’den gelen ailelere ulaşmak hiç zor değil. Zaten nereye baksanız rahatlıkla görürsünüz, ya yanınızdan geçiyordur ya da kaldırım dahil boş olan her yerde oturuyorlardır.
DİHA muhabirlerinden aldığımız bilgiler üzerine Amara Kültür Merkezi’ne doğru yola çıkıyoruz. Birden alkış ve ıslıklar duyuluyor. HDP’nin İstanbul ve diğer illerden gelen onlarca araçlık konvoyu ilçe merkezinde yanımızdan geçip sınır köylerine doğru akıp gidiyor. Halk büyük bir sevinç ve sloganlarla karşılıyor konvoyu.
Zırhlı araçlar arasından cadde boyu ilerliyoruz. Kültür merkezine yaklaştığımızda çocuk sesleri yükseliyordu. Gezi parkını anımsıyoruz, bahçede insanlar küme küme oturmuş, çocuklar sağa sola koşturuyor ve bir grup insan kültür merkezinin duvarına kurulmuş televizyondan Kobanê’den duyurulan haberleri izliyor. Anayurtlarının geleceğine ilişkin bilgiler veriyor haber bültenleri. Dikkatlice izleyip konuşuyorlar aralarında. Kültür merkezinin çalışanları, gönüllü olarak gelmişler ve İstanbul’dan tanıdıklarımız var aralarında. Burada kalan ailelerin net sayısı belli değil. Gönüllü arkadaş tahminen günde ortalama 800 dolayında ailenin kaldığını, sürekli sirkülasyon olduğunu söylüyor. Biz bahçede sohbet ederken bir araç yanaşıyor kültür merkezine, ilaç getirmiş ücretsiz. El birliği ile taşınıyor içeri.
Dayanışmanın Parçası: Esnaflar
İlçede yapılan alışverişte Suriye Lirası da kullanılıyor. Aradığınız her şeyi bulamayacağınız bir bakkal ile sohbetimiz esnasında küçük bir çocuk geldi elinde Suriye lirasıyla. Biraz ilgi göstermemiz üzerine hızla uzaklaştı. Bakkalın hemen yanındaki fırına giriyoruz, televizyonda sıfır noktadaki köyleri gösteriyor. Doğallığında arkadaşımla gideceğimiz yer diye ekrana odaklanıyoruz. Ekmeklerimizi alıyoruz, parasını uzatıyoruz. Fırıncı geri çeviriyor “Sizden para alamayız” diyor. Uzun ısrarımız sonucu almak zorunda kalıyor. “Lütfen bir çayımızı için öyle gidin” diye ısrarlıyor. Acelemiz var köye gitmeliyiz. Teşekkür edip çıkıyoruz fırından. Birkaç dükkân geçiyoruz, esnafın ısrarla çaya davet etmesi daha fazla ilerlemeyi engelliyor. Kısıtlı zamanımızı esnafla sohbet edip, çay içerek geçirmek üzere geri dönüyoruz fırının önüne. Hemen dışarıya masa kuruldu ve çaylarımız geldi. Arkadaşla tanışıyoruz. Üniversiteyi Afyon’da okumuş. Şimdi kendilerine ait fırını işletiyor. Küçük bir çocuk birkaç ekmek almış uzatıyor minik elleriyle parasını. “yok canım, sağol” deyip geri çevriliyor bu küçük çocuk. Kobanê’den gelenlerden olabildiğince para almıyor esnaf. Ekmek almaya gelen bu küçük çocuğun hikâyesini anlatıyor fırıncı. “Bir gün geldi ve çalışmak istediğini söyledi. Tamam dedik gel çalış. Arada bir köşeye oturup kımıldamadan bir noktaya dalıp gidiyordu. Hasta olduğunu düşündük. Sorduk neyin var diye. “Abimi ve ablamı düşünüyorum, öldürüldüler” dedi. Ablası 13, abisi 17 yaşındaymış.”
“Rehinelerin” teslim edildiği günden bahsediyor. Şimdiye kadar görmedikleri tank ve askeri aracın o gün buradan geçip sınır hattına gittiğini görmüşler. Fakat giden askeri araçlar geri dönmemiş. IŞİD’e verildiği düşünülüyor. Herkes tedirgin, devletin bir provokasyon yaratarak Kobanê’den gelen insanların yaşamını daha da zorlaştırabileceği düşüncesi hakim. Zira yer yer söylentiler yaygınlaştırılmaya çalışılıyormuş.
Akşam karanlığı güneşin kaybolmasıyla çöküyor ilçenin üstüne. Sınır hattında nöbet tutacağımız köye doğru ola çıkıyoruz.
Sınır hattında yüzlerce HDP’linin belirli mesafelerle oluşturdukları ve her grubun tuttuğu alana “kanton” isminin verildiği küçük bölgemize konuşlanıyoruz.
Devam edecek…
Sınır Hattında bomba ve silah seslerinin gölgesinde tuttuğumuz nöbetten izlenimleri
Binlerce insanın özgür yaşamın korunması için canla başla Direnişte olduğu Kobanê’ye geçişimizi anlatacağım.