Suriye savaşının sona ermesiyle birlikte küresel güç dengelerindeki dönüşüm kendisini daha net bir biçimde ortaya koyuyor. ABD Ortadoğu’da, sürecin en büyük kaybedeni olarak öne çıkıyor. Trump’ın Rusya’ya yanaşıp İran’ı izole etme planları şimdilik boşa çıkmış görünüyor. İsrail ve Suudi Arabistan’ın İran’a karşı ABD’yi sıcak savaşın içine çekme çabaları da şimdilik bir karşılık bulmuyor. İsrail’in bırakın İran’ı, tek başına Hizbullah’ı bile alt edebilecek kapasitesinin bulunmadığı değerlendirmeleri yapılıyor. Böyledir. Gücün varlığının etkin olabilmesi için, tartışmaya açıldığı momentlerde belirleyici olacak biçimde sergilenmesi gerekir. Meydan okuma karşısında sergilenemeyen güç, artık yeni bir güç dengesinin yeni bir ilişki biçiminin ortaya çıkmasını kabul etmiş sayılır. Soçi sonrasında K. Kore’nin de “ABD’yi vuracak menzilde balistik füzeler geliştirdiğini” açıklaması her aktörün bu yeni güç dengesini sonuna kadar sınamaya eğilimli olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici.
ABD nezdinde Suriye savaşında işlerin bu noktaya gelmesinin sorumlulardan biri olarak Türkiye’nin ve Erdoğan’ın görüldüğü anlaşılıyor. Bu en azından ABD devletinin bir kanadı açısından böyle. Erdoğan’ın Trump’la arayı düzeltmek için ciddi miktarda paraya kıydığı ortaya çıkmıştı. Trump’un en yakınındaki adamlardan Micheal Flynn’e Türkiye lehine lobi faaliyeti yürütmesi için yüklü miktarda para ödendiği, Flynn’in aynı zamanda Rusya ile derin ilişkilere sahip olduğu için kısa sürede gözden düştüğü ve Zarrab davasının bir biçimde Flynn soruşturmasıyla ilişkilenebileceği konuşuluyor. Trump’tan beklentilerin yüksek olduğu dönemlerde Karagül, “Dünyayı değişime sürükleyecek üç lider=Trump, Eroğan ve Putin” mealinde yazılar yazıyordu. ABD devleti ile bilek güreşinde sendeleyen Trump beklentileri karşılayamayınca Erdoğan Rusya-Çin bloğuna daha bir sokulmaya çalışıyor, bu ise özellikle ABD ile ilişkileri daha da geriyor. Rusya’nın Suriye’deki en büyük kazanımı böyle giderse Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşması olacak. Rusya ve İran bu süreci ustaca oynuyorlar. Büyük bir telaş ve panik içerisinde kendisini kurtarmaya çalışan bir durumları olmadığı için aceleye ihtiyaçları da yok. Saray ise büyük bir panik içerisinde.
Bu paniğin en önemli sebebi doğal olarak Türkiye ekonomisinin büyük gerilim yaşanan Batı ile göbekten bağlı olması. Türkiye ekonomisi yıllardır ambargolara karşı yaşamaya alışmış İran ekonomisi gibi farklı alternatiflere açık değil. Batı sermayesinin Türkiye’nin geleceğinden tedirgin olması bile milyonların hayatı açısından bir yıkıma dönüşebiliyor. Bu yüzden iç siyasette gömlek değiştirir gibi ittifak değiştiren Erdoğan’ın böylesi bir hamlenin dış siyasetteki karşılığını ne kadar hesaplayabildiği belirsiz. Varlık Fonu, tam da böylesi günler için kurulmuştu. Batı ile yaşanan gerilim bir kopuşa dönüşürse bunun ekonomik yıkımının omuzlanabilmesi ne idüğü belirsiz bir mali havuzla mümkün olabilir mi? Ancak yapmaya çalıştıkları hazırlıklar böylesi bir durumu öngördüklerini ortaya koyuyor. Döviz cinsinden şirket borçları tavan yapmış durumda. 2002’de 43 milyar dolarken şu anda bu rakam 302 milyar dolar seviyesinde. İşte böylesi bir noktada Saray’ın ali menfaatleri açısından Türkiye’nin farklı bir küresel ittifak zeminine geçmesine ekonomik ilişkilerin içinden nasıl bir yanıt verilecek? Tam burada muazzam bir tansiyon yükselmesi olduğunu düşünebiliriz. Tansiyonun bu noktaya ulaşması her mahfilde farklı senaryoların gündeme gelmesini kaçınılmaz olarak zorunlu kılar. AKP içinde de birçok senaryonun gündeme gelmesi bu anlamda doğaldır. Saray zaten bir süredir kendi partisi içindeki çatlakları sıvama görevini Bahçeli’ye ihale etti. İçinden geçilen dönemin acayipliklerinin bir tezahürü olarak Bahçeli düzenli olarak AKP içinde “Batı ile normalleşelim” diyerek rol kapmaya çalışanlarla didişiyor.
Türkiye’ye uzaktan örneğin Venezüella’dan bakan bir devrimci, Türkiye ABD ilişkisinde yaşanan bu çatışmayı, ABD’nin Türkiye’nin anti-emperyalist tutumuna hışmı olarak okuyabilir. Maduro belki de bu yüzden Saray faşizminin tüm demokrasi güçlerine saldırıda gemi azıya aldığı bir dönemde Türkiye’yi ziyaret edip Beştepe’de fotoğraf vermekten çekinmedi. Fakat bizler doğrudan bu sürecin aktörleri olarak biliyoruz ki Saray’ın ABD’den uzaklaşmasının zerre kadar ilericilik taşıyan bir boyutu yoktur. Bu konuda yeterince netleşme söz konusu olmazsa önümüzdeki günlerde ortaya çıkabilecek gelişmeler içinde çok fazla savrulma yaşanabilir. Soğuk Savaş’ın komünizm- kapitalizm çelişkisinin başat günlerinde olmadığımızı asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Anti-Amerikancılık da en az Amerikancılık kadar faşizmin besini haline gelebilir. Küresel güçler arasında taraf tutan bir sol okuma, böylesi momentlerde felç olabilir. Demokrasi güçleri kendi imkan ve olanaklarına yoğunlaşmalı, halka sözlerini ve eylemlerini ulaştıracak güçlü zeminler inşası için çaba harcamalıdır.
Bugün devrimcilere düşen görev, giderek şiddetlenen krizin faşizmin yenilmesi ve demokrasi bloğunun bir seçenek haline gelmesi açısından değerlendirebilmek olmalıdır. Her türlü muhalefetin bir “ulusal güvenlik sorunu” olarak görüleceği, Saray’ın kendisini beka sorunu ekseninde bir kez daha tahkim etmeye çalışacağı, ittifaklarını buna göre biçimlendireceği bir dönemde halkın demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam beklentisini politikleştiren bir karşı hegemonya bloğu inşasının aciliyeti giderek şiddetlenmektedir.
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]