“Konuya, üç öncelikli ve temel sorunumuzun, siyasetin güce dayalı ‘fiili durum’ yerine kural ve teamüller tarafından şekillendirilmesinin sağlanması, ‘kimliklere kör bir demos tasavvurunun inşa edilmesi’ ve ‘birey merkezli özgürlükçü temel sözleşme’ kaleme alınması olduğu gerçeği altında yaklaşacak olursak, ‘herhangi bir siyasal sistem’in sağlayacağı faydaların gerekli dönüşümleri yaratmayacağı ortadadır… Türkiye’nin ikinci temel meselesi toplumsal gerçeklikle uyumsuz ve çatışmaya zemin hazırlayan ‘ethnos temelli’ tasavvur yerine yenisinin inşa edilmesidir. Bu yapılmadığı takdirde kangren haline gelmiş, ülkenin geleceği ve bütünlüğünü tehdit eden en önemli sorunumuzun halli mümkün olmayacaktır.” (M. Şükrü Hanioğlu, “Sistem” tartışmasına sıkışmamak, 18 Aralık) Böyle ifade edilince gayet liberal ve “gerilimsiz” görünen bir önermenin görmezden gelinmesi, Türkiye toplumunu korkunç bir yıkımın eşiğine getirdi. Devlet aklı Kürtlerin bir politik statü kazanma olasılığına karşı teyakkuza geçti, Türkiye sağının tabanı ise Kürtler köle olarak kalmaya devam etsin diye kendisini de köleleştirmeyi kabul etti.
Savaşın tarafları, son hızla arabalarını birbirlerinin üzerine sürerek “ya herrü ya merrü” taktiğini izliyorlar. Yıllardır meselenin barışçı çözümü için çırpınan kesimlerin sesi bu çılgınlık koşullarında giderek daha az çıkıyor. Şiddetin ulaştığı düzey, toplumun geniş kesimlerini korku içerisinde umutsuzluğa ve seyirciliğe itiyor.
Aslında merkezi El Bab, güney cephesi Halep, kuzey cephesi Türkiye olan bir savaş bu. Kayseri saldırısı öncesinde Halep, siyasal İslamcıların en önemli meselesi idi. Halep’in düşmesinde şaşırtıcı biçimde bütün oklar İran’ı göstermekteydi. Her nedense(!) Rusya’nın tavrı konusunda yüksek sesli tepkiler işitmedik. Ancak İslamcıların hepsi Halep’in aslında El Bab için yapılan bir değiş tokuş aracı olarak kullanıldığını ve son kertede Erdoğan tarafından Esad’a terk edildiğini söyleyemediler. İşin kötüsü Halep düşmesine rağmen El Bab konusunda Türkiye’nin önü yeterince açılmadı. Şu ana kadarki gelişmeler Putin’in Erdoğan’ı pazarlık masasında bıraktığını gösteriyor. 1 hafta içinde iki devasa patlamayla onlarca insanın öldürülmesi tam da bu pazarlıkların ortasında gerçekleşti. Türkiye’nin Arap coğrafyasına bağını kesecek ve örneğin Katar’dan gelecek doğal gazı hattı üzerinde söz sahibi olacak bir Kürt bölgesi istenmemesinin sonucunda ortaya çıkan bu büyük yıkım bu biçimde ortaya çıkacak hiçbir çözümün sorunu aslında ortadan kaldırmayacağını, tam tersine daha da katmerlendireceğini gösteriyor. Türkiye bir taraftan da bağımsız Kürdistan projesinin hamisi olan Barzani ile bağımsızlık değil özerklik ve demokratik cumhuriyet isteyen Kürtlere Sincar’da saldırmanın hazırlıklarını yapıyor. Ancak milliyetçilik adı verilen ruh hastalığının meşrulaştırabileceği bu anormallikte ısrar yüzünden yüzlerce insanımızı kaybediyoruz, giderek Ortadoğulaşıyoruz. Bu son saldırılar ve kullanılan yöntemler savaşı sürdürülemez bir boyuta çıkardı. 40 yıllık savaşın sürdürülemez bir şiddet seviyesine çıkması, hele de dünyada ve ülkede dengeleri alt üst edecek bu kadar faktör varken kesinlikle hayra alamet değildir. Gerilim kısa sürede ayarlanamazsa önemli demografik hareketlere yol açacak gelişmeler ortaya çıkabilir. Başkanlığa giden seferberlik çağrılarına bu açıdan da bakmak gerekir.
Sol ve barışçı güçlerin bu gerilime kısa vadede müdahale etme olanağı bulunmamaktadır. Bunun aksini iddia etmek artık moral verici değil yanıltıcı oluyor. Bu çaresizliğin en önemli sebebi yükselen gerilime kitlesel mücadele yöntemleri ile müdahale dışında bir ufkun geliştirilememesi olmuştur. “Gerilim yükseliyor, öfke birikiyor.” tespitleri bir kitlesel patlamaya referans vermek için kullanılmış ancak gelinen noktada öfke patlamaya değil, korku ve geri çekilmeye yol açmıştır. Şu anda topluma gerçekten bir çözüm sunabilen HDP dışında bir güç kalmamıştır. Savaşın tarafları ise HDP üzerine kat kat beton atmak için uğraşmaktadırlar.
Ancak sol ve barış güçleri olarak başarmamız gereken çok önemli işler vardır. Birincisi tüm güçler olarak bir arada halka güven verecek bir faşist saldırılara karşı durma pratiği için çalışmak. İkincisi bu meselenin daha fazla savaşla çözülemeyeceğini ısrarla, sabırla, slogan dilini aşarak ve yeni araçlar geliştirerek ifade etmek. Barışta ve Sabah yazarının da dediği gibi “etnhos temelli” olmayan bir vatandaşlık tanımında ısrarcı olmalıyız. Üçüncüsü bahar aylarındaki başkanlık referandumuna hazırlık yapmaktır. Ortada salt bir sistem değişikliği değil cumhuriyeti tam anlamıyla gömen ve tek adam diktatoryasını inşa eden bir hamle ile karşı karşıya olunduğunu halka anlatacak kanalları açık tutmanın yollarını bulmalıyız.
Bu çılgınlaşma anında makul olanı savunmak ve onun arkasında yığılmaktan başka bir çaremiz yok. Faşizmin ve savaş çılgınlığının karşısında barış ve demokrasiyi savunmaktan daha makul ne olabilir?
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]