HDP’nin özyönetim direnişini açıkça sahiplenmesi kendisini savaş koşullarında yeniden inşa edebilmesi için yeterli bir adım mıdır?
Açıkçası 7 Haziran sonrasında HDP’nin yaşadığı kafa karışıklığının çözülmüş olması son derece olumlu bir ruh hali yarattı. Özyönetim direnişlerinin açıkça sahiplenilmesi ve direnişin içinde konum alınmaya çalışılması hem parlamentoyu HDP için bir bataklık haline dönüşmekten kurtardı hem de parti kadrolarının ruh halini yükseltti. Kongre sonrasında ortaya çıkacak yeni yapılanma tabanda ortaya yaşanan kafa karışıklığını ve tartışmaları da bir çözüme kavuşturacaktır.
Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin yasal alandaki temsilcileri bir yanlıştan kurtulup öbürüne savrulmamalıdır. Bu yeni yanlış ise direnişi sahiplenmenin HDP’nin yapacağı yegane iş olduğunu düşünmeleridir. Oysa HDP hendeklerde direnen iradeye katkısını sadece onu sahiplenerek gösteremez. HDP’nin yapması gereken elindeki tüm olanakları değerlendirerek bu mücadeleye katkı sunacak dinamikleri büyütmektir. Bu anlamda direnişi sahiplenmek gereklidir ama yeterli değildir. HDP sadece özyönetim direnişine selam gönderme platformuna dönüşürse kendi işlevini yerine getirmemiş olur. Selahattin Demirtaş’ın dünkü konuşmasında özyönetimi Akdeniz’de, Karadeniz’de anlatmaktan bahseden bölüm çok önemliydi. Demirtaş 7 Haziran’da başarıya ulaşan çizgide ısrarın altını çizdi. Bu çizgiyi artık Türkiyelileşme olarak ifade etmek gerçekten antipatik geliyor, özellikle Kürt tabanında. Ancak Batı’nın savaş bloğunun arkasında yekpare bir biçimde durmasını engelleyemeyen bir HDP özyönetim direnişine ne gibi bir katkı sunmuş olabilecektir? Toplumsal mücadelelerin en geniş yelpazesini devletin demokratikleştirilmesi ekseninde özyönetim direnişlerinin ittifak gücü haline getiremeyen bir HDP tam da o zaman işlevsizleşmeyecek midir? Kıdem tazminatının gasp edilmesine karşı direnen işçilerin hem çoğalması ve örgütlenmesi hem de Kürdistan’daki direnişi anlamasının sağlanması konusunda HDP bir rol oynayamayacaksa hendekler giderek daha da yalnızlaşmayacak mıdır? Kaz Dağları’nda madenlere karşı direnenler ile iş cinayetlerinde katledilenlerin de karşılarında aynı ceberut devlet yapısını görmesi bile tek başına demokrasinin bütün toplumun ihtiyacı olduğunun göstergesi değil mi? Şu anda Batı’da ciddi bir dalganın olmaması HDP’nin 7 Haziran konseptinden tamamen kopmasını meşrulaştırır mı? Bugün her konuşmada tribünlere ve alkışlara oynamaktansa bu soruların cevaplarını bulmaya çalışmak çok daha önemlidir.
Mücadelenin Batı’ya taşınması çok önemli bir gündem fakat bunu yapmakla mükellef politik aktörlerin kafa karışıklığı spontan diğer kimi aktörlerin çok daha etkin bir muhalefet çizgisi yaratmasına yol açıyor. Batı’daki sol/devrimci politik aktörler Batı’daki örgütlenme seviyesinin yetersizliği ile Kürdistan’da giderek yükselen direniş çizgisi arasındaki seviye farkında boğuluyorlar. Genel tutum Kürdistan’daki direnişi güzellemeyi, onun üzerine yazıp çizmeyi, hatta destek eylemleri yapmayı buradaki görevlerin ikamesi olarak kullanmak. Bu hal, başarılabilecek işlerin dahi başarılamamasına yol açıyor. Kendi seviyemize uygun, etrafımızdaki kitleyi görece geliştirecek, belki de küçük işler böylesi zamanlarda büyük etkiler yaratabiliyor. Ayşe Öğretmen’in ve Akademisyenler’in onca örgütün ve politik aktörün arasından sıyrılarak en etkili muhalefet odakları haline gelmesi tesadüf mü? Sürekli olarak yapamadıklarından dolayı dizlerini dövme ve günah çıkarma ruh hali bir samimiyet rüzgarı estiriyor ancak düzenin hegemonyası da o oranda gelişiyor bulduğu boşlukta. Bu hafta akademisyenlerin ortaya koyduğu irade çok önemli bir gerçeği açığa çıkardı. Elimizdeki imkanlarla da biraz taktiksel düşünerek faşizmi örseleyecek, toplumdaki direnme temayülünü geliştirecek işler yapabiliriz.
Sevgili Mehmet’imizin, Mehmet Ayvalıtaş’ımızın bilirkişi raporu beklendiği üzere katilleri aklayıp, yoldaşımızı kusurlu buldu. Faşizm tam da bu demektir. Katillerin ebedi cezasızlığıdır. Katillerin cezasız kalması daha hala birilerinin kapılarının güpegündüz çarpılanabilmesini mümkün kılmaktadır. Kan banyosundan bahsetmek barıştan bahsetmek kadar ürkütücü gelmemektedir. Faşizmin cezasızlığı uygulayabilmesi ise ezilenlerin bir arada direnememesinden kaynaklanmaktadır.
Bu ablukadan çıkışın kolay bir yolu yok. Cesaret ve direnişte ısrar, tek reçete. Can Dündar tutukluluklarının gerekçesini anlatmak için “cesareti karantinaya almak için bizi burada tutuyorlar” demiş. Haklıdır, Batı’da bir ruh alçak irtifada geziyor ve birbirini kolluyor. Akademisyenlerin bir adım öne çıkmasından bu yüzden bu kadar korktular. “Ulusal yaşamın tamamına sinmiş bir hareketin karşısında yer almak, görünüşte umutsuz görünen bir davayı savunmak, karalamaya maruz kalmak ve kolektif heyecanın bulaşıcılığına direnmek, tutkusuz bir insanın edimi değildir. Kamuoyunun husumetini üzerine çekmekten kaçınma dürtüsü, insan doğasının en güçlü dürtülerinden biridir ve ancak doğrudan, hesapsız, sıra dışı bir dürtü tarafından bunun üstesinden gelinebilir. Böylesi bir adımı harekete geçirecek olan tek başına soğukkanlı bir akıl yürütme değildir.” (Bertrand Russell, Toplumsal Yeniden İnşanın İlkeleri s.35) Bu gezinen ruhu yakalayabilecek, ona tanıdık ve ulaşılabilir gelen bir cesaretin bulaşıcılığını devlet de biliyor.
Faşizmi cesaretle göğüslemeliyiz.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]