“Ateş Çemberi”nin Ortasında Türkiye
Mehmet YILMAZER
23 Ağustos 2008
AK Parti kapatma davası sonuçlanınca “şimdi gündem ne olacak?” sorusu ister istemez öne çıkmıştı. “AB sürecinin hızlandırılması” en gözde gündem maddesi olarak öncelik kazanmış göründü. Ancak birdenbire Türkiye’nin gündemine üç uluslararası konu oturdu: İran’ın Türkiye ziyareti, Afrika Birliği toplantısı ve en önemlisi Kafkaslarda savaş!
90’lı yıllarda Sovyetlerin çöküşünden sonra eş zamanlı olarak Balkanlar ve Merkez Asya’da savaşlar başlamıştı. Orta Doğu’da ise savaş zaten hiç durmadı. O dönemler genelkurmay değerlendirmelerinde “Türkiye’nin ateş çemberinin ortasında” olduğu tespitini yapmıştı. Kısmen durulan ateş çemberi şimdi yeniden alevleniyor. Ancak ateş çemberinde o gün olanlarla bugün yaşananlar birbirinden oldukça farklıdır. O gün “çöken Sovyet İmparatorluğu” Batı tarafından yağmalanıyordu, bugün ise durum oldukça farklıdır.
ABD 2001 yılından beri “tek kutuplu bir dünya” yaratmak için kan teri döküyor. Ancak ABD’nin bu stratejisi hem ideolojik, hem de pratik olarak çökmüştür. Yeniden paylaşımın ideolojik mızrağı “uluslararası terörizme karşı mücadele” artık tüm inandırıcılığını kaybetmiştir. Hele Orta Doğuya “demokrasi getirme” niyetlerinin tam bir sahtekârlık olduğu, işin aslının “enerji savaşları”ndan ibaret olduğu en kör göze batar hale gelmiştir.
ABD’nin “tek kutuplu dünya” yaratma projesi pratik olarak da çökmüştür, kendisi Irak bataklığında beş yıla yakındır debelenirken dünyada yeni güç kutupları, özellikle Rusya ve Çin öne çıkmıştır. Rusya hem enerji savaşlarında beklenmedik bir şekilde öne çıktı, hem de yıkıma uğrayan ekonomisini toparladı. Çin ise, dünyada adeta enerji avına çıktı, bunu sürekli yükselen ekonomik gelişmesi için yapmak zorundaydı. Washington’un Kafkaslardaki kışkırtması güçlenen Rusya’yı kuşatma stratejisinin bir adımıdır.
Böylece dünya güç dengelerinde yeni bir dönemin kapısı açılıyor. Ortadoğu’da yaptığı atakta batağa saplanan Amerika, bu süreçte güçlenen ve bir türlü Batının çektiği noktaya gelmeyen Rusya ve Çin’le eninde sonunda hesaplaşacaktı. İki güce karşı aynı ayda saldırması mümkün olmadığı için ve Rusya’nın aynı zamanda enerji konusunda güçlü bir aktör haline gelmesi nedeniyle süreci Rusya’nın yumuşak karnı Kafkaslardan başlattı.
Dünya güç dengelerinde bu güne kadar “yumuşak saflaşmalardan” söz etmiştik, ancak özellikle ABD’nin kışkırtmalarıyla saflaşmalar daha katı noktalara doğru ilerliyor. Washington kışkırtmalarının sonucunu alabilirse, Rusya’yı dünya için yeni tehlike olarak göstermeyi deneyecektir. ABD’nin bir dönem diline doladığı “şer ekseni” demagojisi ortadan kaybolurken, bunun yerini “otoriter yönetimlerin haksız rekabeti” kavramı almaktadır. Bu yönetimler listesinde en başta sayılanlar Rusya, Çin ve Venezüella’dır.
Sonuç olarak, başta ABD olmak üzere Batı emperyalizmi (şimdilik ABD dışında en hevesli olarak öne çıkan Fransa’dır) kendileriyle haksız rekabet yaptığını düşündüğü başta Rusya olmak üzere dünya güçler dengesinde son on yılda sivrilen güçlere karşı yeni saldırı ve provokasyon peşindedirler.
Rusya iki nedenle büyük önem taşıyor. Nükleer bir güçtür. İkincisi, enerji konusunda sadece Merkez Asya’yı denetleyerek değil, kendi kaynaklarından dolayı da büyük potansiyele sahiptir. Enerji konusunda yepyeni bir teknik gelişmediği takdirde, çok yakın gelecekte Sibirya ve kuzey kutbu dünyanın en önemli enerji yataklarından birisi haline gelecektir. Irak’ta batağa saplanan ABD, “batılı dostlarını” biraz oldubittiye getirerek, birlikte Rusya’yı kuşatma stratejisi izlemektedir. Bombanın pimi Kafkasya’da çekildi!
“Yeni bir soğuk savaş mı?” diye soruluyor. Belki daha da ötesi; gerileyen Amerikan emperyalizmi üçüncü dünya savaşının yollarını döşemektedir.
Türkiye’ye dönelim. Türkiye’nin başında hala çözümlenmemiş bir İran sorunu zaten vardı; şimdi buna bir de “Kafkas sorunu” ilave olmuştur. Türkiye bölgede bugüne kadar esas olarak ABD’ni dikkate alarak hesap yapıyordu, şimdi artık Rusya’yı da dikkate almak zorunda kalacaktır. Bölgedeki gerilim bundan sonra Türkiye üzerine çok daha fazla yansıyacaktır.
“Türkiye hangi safta yer alacak?” sorusu elbette bugün için erken ve bu nedenle cevabı olmayan bir sorudur. Ancak yeni gelişmelerin iç politik dengelerde ne gibi etkileri olacağını konuşmak için erken değildir. Yakın geçmişteki olaylara kısaca göz atalım.
Irak savaşı ile ABD ve Türkiye arasındaki ünlü stratejik işbirliği bir kırılmaya uğradı. Eğer Irak’taki gelişmeler Amerika’nın hayal ettiği gibi olsaydı, bugün Türkiye-ABD ilişkileri büyük olasılıkla çok daha kötü olacaktı.
Bu dönem aynı zamanda Türkiye’de ulusalcı ve neoliberal strateji savaşlarının tırmanışa geçtiği bir dönem olmuştur.
ABD, Irak’ta batağa battıkça Türkiye ile ilişkilerini yeniden düzenleme gereğini duydu. Bu konuda atılan tek somut adım, “Kürt sorunu” üzerine oldu: PKK için canlı istihbarat, Barzani’nin niyetlerinin sınırlandırılması ve Kerkük sorununun ertelenmesi. Bunlara karşılık Türk devleti ne ölçüde bölgedeki ABD politikalarına angaje olmuştur, bu konu belirsizliğini korumaktadır.
Ancak son gelişmeler karşısında hükümetin dış politikaya “çok kutuplu dünya” yönünden bakmaya çalıştığı dikkate alınırsa, ABD ile ilişkilerde arada hala önemli bir mesafenin korunduğu görülebilir. Kafkaslardaki son savaş sırasında Abdullah Gül’ün iki açıklaması dikkat çekiciydi. “ABD gücünü paylaşmalıdır” dedi ve Amerika’nın Karadeniz’e açılma niyeti karşısında “Karadeniz’de yeni bir düzenlemeye gerek olmadığını” söyledi. Bunları Ali Babacan’ın temmuz ortasında büyük elçiler toplantısında yaptığı konuşma ile birleştirince ortaya kaba da olsa bir duruş noktası çıkıyor. AK parti hükümeti dış politikada sırf İran sorunundan dolayı ABD ile mesafeli durmuyor, aynı zamanda dünyaya “çok kutuplu” noktadan bakmaya çalışıyor. Erdoğan ve Büyükanıt arasındaki ünlü “Dolmabahçe mutabakatında” büyük olasılıkla bu duruş noktası da konuşulmuştur. Bu konuda sınırlı da olsa bir “mutabakata” varıldığı Ergenekonun savcıların önüne atılmasından anlaşılıyor.
Bundan sonra ne olacak? Türk devleti “çok kutuplu dünya” gerçekliği üzerinden bir strateji yürütebilir mi? Niyeti bu olsa da çok zor! Önümüzdeki dönemde Türkiye üzerinde Washington’un baskıları yoğunlaşacaktır. Türkiye gitmek istemediği kavşağa doğru itiliyor. “Çok kutuplu dünyanın” en gerilimli bölgesinde ortalıkta avare dolaşmak daha ne kadar mümkün? Türkiye, “ateş çemberinin ortasında” irtifa kaybeden süper gücün yanında olmaya zorlandıkça iç politikada yeni ve çok daha şiddetli gerilimlerin yaşanması kaçınılmazdır.
AK Partisi, Irak savaşında Amerika’yı iyice öfkelendirmişti. İran konusundaki oyalamaları ile ABD’nin sinirleri geriyor. “Kafkasya İşbirli Planı” ile ise Washington’u “şaşırttı.” Beyaz Saray böyle gelişmelere daha ne kadar tahammül edecektir?
Öte yandan, Rusya’nın ABD tarafından kuşatılmasına aktif olarak katılması büyük riskler gerektirdiği için, Türkiye eğer böyle bir tercih yaparsa, buna karşılık hangi önemli kazançları elde edebilir? NATO’nun “ikinci büyük askeri gücü” olarak bölgenin jandarması olmak mı? Bu bir kazançtan çok intihar olur.
Dünyanın yeniden paylaşımı Kafkasya savaşıyla yeni bir aşamaya girdi. Türk egemen zümreleri belki de cumhuriyet tarihi boyunca hiç yaşamadıkları ölçüde riskli tercihlerle karşı karşıya geliyorlar. “İki kutuplu dünyayı” çok arayacaklar!