Baskın seçim kararı açıklandığında yandaş gazeteler “Şah Mat” başlığı atarak reislerinin strateji ustalığına selam çakmak istemişlerdi. Oysa son iki ayda yaşadıklarımız büyük paralar harcayarak Kırkpınar güreşlerine hazırlanan bir pehlivanın kendi oyunuyla tuş olmadan önceki son peşrevlerine benziyor. Erdoğan ve Bahçeli inanılmaz bir dağılma ve çöküş sergiliyorlar. Topluma sunulabilecek bedelli askerlikten, kekli kıraathaneden ve her türlü vergi, ceza affından başka bir vaat bulunamıyor. Heyecan uyandırmayan bir hamaset, ardı ardına gelen gaflar, saçmalamalar yandaşlara dağıtılan milyarların yaratabileceği coşkuyu da öldürüyor. Ekonomide yaşanan krizin etkilerinin giderek yaygınlaşması kitlelerdeki belirsizlik hissini daha da arttırıyor. Cumhur İttifakı verilen zavazingo AKP’nin 16 yıllık iktidarı sonunda geldiği yönetememe krizinin en belirgin alametine dönüşmüş durumda. Kürtçe konuşulan TV reklamları, Binali’nin “adımı Alevi komşumuz koymuş” şirinlikleri son çırpınışların ikiyüzlülüğünü giderek daha da mide bulandırıcı bir hale getiriyor. “Yeni Türkiye” masalının sonunun Çiller-Ağar melodramına dönüşmesi de tabloyu tamamlıyor.
Cumhur İttifakı denen faşizm aparatı, kapitalizmin ülkemizde yarattığı insanlık krizinin tam da üzerine oturuyor. Erdoğan dün büyük bir telaşla “solcular ağaç keser, hayvanlara zulüm eder” diye saçmalarken aslında tam da tabanının içine düşmüş bulunduğu insanlık krizinin adresini şaşırtmayı amaçlıyordu. Bir süre önce aynı iş yerinde çalıştıkları Suriyeli arkadaşlarının 9 aylık hamile karısına tecavüz ettikten sonra öldürenlerle bir köpek yavrusunun dört ayağını kesenlerin Cumhur İttifakı’nın toplam oy oranının %80’lere dayandığı bölgelerden çıkması rastlantı mıdır? Neredeyse IŞİD ile zamanında yapılan işbirliğini ispat edercesine Suruç Hastanesi’nde yaralı insanların doktorların gözü önünde başlarının kesilerek öldürülmesi ve bu olayın topluma “PKK’lılar AKP’lilere saldırdı” diye yansıtılması tesadüf müdür? Reisinin Demirtaş’ı asmayı vaat etmesinin üzerinden birkaç gün geçmeden “bir oyluk canları var” sözünü “hepimizi öldürmekle tehdit etti” diye yorumlayan Soylu bu karanlığın temsiliyetini en sahih bir biçimde üstleniyor değil midir?
Bu yaşananlar korkunç bir dekadansı sergiliyor. AKP’nin bu haliyle dahi önemli oranda oy alacak olmasının da bu oluşan insanlık krizinden beslendiği çok açıktır. İktidarın seçim performansındaki bu çapaçulluk aslında gerçek yatırımın seçimlerin bir başka biçimde kazanılacağı hesaplarına yapıldığının bir işareti olarak değerlendirilebilir. İktidarı yekpare biçimde tutan tek varsayım, iktidarın öyle veya böyle korunacağıdır. Bu iktidara tutunma hali artık neredeyse bir ezber haline geldiği gibi Erdoğan’ın bir kişilik bozukluğundan ya da aşırı kibrinden kaynaklanmıyor sadece. Bu iktidara mahkum olma halinin arkasında 16 yıllık iktidarın yaptığı tüm kaynak aktarımlarına rağmen, devletten akan kaynaklar ve destekler olmadan ekonomik olarak yükselmeye devam edemeyecek olan bir yağmacı burjuva fraksiyonunun gözü karalığı bulunmaktadır. Kolin-Cengiz-Limak’ın çekirdeğini oluşturduğu bu dev ağ, usulsüz devlet ihaleleri ile damarlarına kan akıtılmadığı sürece hele de içinden geçilen kriz konjonktüründe bir gün bile ayakta kalamaz.
Reis tepetaklak olmuş çökerken karşısındaki restorasyon kanadı da kendi çerçevesini aşmakta zorlanan çehresiyle saman alevine benzeyen çıkışlar dışında bir umut üretmekte zorlanıyor. Haklarını yemeyelim, restorasyon kanadı belli ölçekte bir uyum ve birliktelik yaratarak Erdoğan’ın yıkılışını terse çevirecek bir takım hatalardan uzak kalmayı başardı. Bu haliyle krizi daha da derinleştirecek bir politik hamleyi gerçekleştirebildi. Ancak ortada yaşanan büyük politik, toplumsal, insani ve ekonomik krizi aşmaya dönük bir çerçeve koyabilme noktasında bir tutum geliştirebilmiş değiller. “Erdoğan giderse her şey güzel olacak” söylemi zaten başlı başına bir çekim merkezi oluşturmayı başarabiliyor ancak kafalarında son kertede AKP iktidarının 2001-2007 performansından ötesi bulunmadığı için de Saray’ın yıkılışını garanti altına alacak bir rüzgar estiremiyorlar.
Kendi kafalarının içinde değil de gerçek dünyada yaşayan sosyalistler Saray faşizminin yıkılmasının en büyük politik öncelik olduğunu çok uzun bir süredir görüyor ve bunun için mücadele ediyorlar. Gerçekten de bugün bütün bu adaletsiz koşullara rağmen Cumhur İttifakı’nın iktidarı kaybetmesi sadece Türkiye’de değil dünyada devrim ve demokrasi güçlerinin ivmesini ve umutlarını yükseltecek sonuçlar yaratacaktır. Ancak sosyalistler böylesi bir durumda oluşacak büyük toprak kaymasını, gerçek bir toplumsal dönüşüme taşımak gibi bir görevle de karşı karşıya olduklarını unutmamalıdırlar. Bu görev, “faşizm seçimle yıkılmaz” gibi lafazanlıklara teslim olmayı değil tam tersine seçimler sonrasında oluşacak büyük enerji patlamasını ne yöne taşımakla ilgili büyük bir netliğe ve konsantrasyona sahip olmayı gerektirir. “Erdoğan’ın gidişini neye vesile yapmak istiyoruz?” konusunda yeterli bir netliğe sahipsek sorun yok. “Yeni bir atı alan Üsküdar’ı geçti hamlesi karşısında ne yapacağımıza dair hazırlığımız tamamsa her şey yolunda”, ama bu başlıklarda hala bir takım belirsizlikler mevcutsa kara kara düşünmek zorundayız.
HDP listelerinde birleştirdiği olağanüstü zenginlikle yarattığı heyecanı restorasyonun ötesinde bir toplumsal dönüşümün müjdecisi olabilme imkânına henüz dönüştüremedi. Bu kadar büyük saldırılar karşısında bunun makul karşılanmasının gerektiği düşünülebilir belki. Ancak propagandanın çok önemli bir boyutunun “HDP’nin meclise girmesinin AKP’nin yenilmesi için bir zorunluluk olduğu” tezine sıkışması kısa vadede faydalı olmakla birlikte “yeni bir yaşam” olanağının çeşitli veçheleriyle yeterince zenginleştirilerek topluma ulaştırılamaması restorasyon çerçevesinin içine sıkışma görüntüsünü güçlendirdi (1). Sosyalistlerin yoğun temsiline sahip bir partinin TÜSİAD ziyareti ise bu kaotik seçim sürecinin en absürt fotoğraflarından birisini ortaya koydu.
Sonuç olarak yaşanan politik kriz, bir tarafıyla çöken diğer tarafıyla aynadaki kendi siluetinden korkan Türkiye finans kapitalinin siyasi krizidir. Türkiye burjuvazisi tüm kanatlarıyla bu ülkeyi yönetebilme, insanlarının önlerine onları umutlandıracak bir çerçeve koyabilme yeteneğini yitirmiş görünüyor. İki taraf da birbirinin yetersizlikleri sayesinde alan bulabiliyor, hayatına devam edebiliyor.
24 Haziran’da kriz hiç kuşku yok ki daha da derinleşecek. Düzenin aktörleri ülkeyi her açıdan uçurumun kıyısına getirerek ve gerçek bir toplumsal dönüşümü neredeyse krizden çıkışın tek seçeneği kılarak üzerlerine düşen görevi en iyi şekilde yaptılar. Şimdi sorumluluk, bu oluşan çok yönlü krizi gerçek bir devrimci imkân haline getirmesi gereken ezilenler ve onların siyasi temsilcileri devrimcilerin sırtındadır.
Oylar HDP’ye… Oylar inadına Demirtaş’a…
Ezilenlerin başrolü oynaması gereken sahnede perdeler ağır ağır açılırken, hazır mıyız?
(1) Express Dergisi bu sıkışmanın yarattığı bilinç halini yalın biçimde yansıtmış: “Evet, ‘hepimiz Demirtaş’ız, hepimiz HDP’liyiz’. Ama hepimiz oyumuzu Demirtaş’a vermeyebiliriz (vurgu bana ait!). Demirtaş’ın ikinci turda oyunu vermeyi düşündüğü adaya ilk turda vermeyi tercih edebiliriz. Ama 24 Haziran’da HDP’ye vermemezlik edemeyiz, aslolan Meclis’tir diyorsak, ‘hepimiz HDP’liyiz’. (Şimdi Tamam, Meclis, Meclis, Meclis, Haziran 2018)
[button link=”https://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]