1946’lar ve 2010’lar
Cumhuriyetin “Demokrasi Sancıları”
Mehmet YILMAZER
20 Eylül 2010
Gelişmelere “siyasal islam” ve “ulusalcılar”ın kıskacından öteye bakarsak neler görünüyor? Görünüşe göre referandumda yüzde 58 “evet” oyu çıkınca siyasal islamın kuşatması genişlemiştir. Ancak önümüzdeki bir yılın çok sıcak geçeceği ve hesaplaşmanın daha şiddetli bir şekilde devam edeceği çok açıktır. Politika sahnesindeki bu iki temel gücün bilek güreşi öylesine bütün alanlara yayıldı ki, her soruna bu iki gücün durumundan bakmak kaçınılmaz hale geldi. Fakat yavaş yavaş gürültülü politika sahnesinin arkasına bakma zamanı geliyor.
1946’larda da hikâye böyle başlamıştı. Tek parti döneminden “çok partili” günlere geçilirken benzer kutuplaşma ve gerilimler yaşanmıştı. Siyasal tarihimizde bu geçiş, “demokratikleşme” olarak nitelendirilmedi. “Çok partili” döneme geçilmişti. O zamanın kelimeleriyle Menderes ve partisi çok sık “hürriyet”ten söz etmelerine rağmen cumhuriyetin bu dönemi “çok partili” sisteme geçiş olarak anıldı. Bunun temel iki nedeni, cumhuriyetin “kurucularının” vesayetinin bütün ağırlığı ile devam etmesi, öte yandan kısmi siyasal özgürlüklerin bizzat DP tarafından iktidarının son döneminde hızla geri alınmasıydı. “Hürriyet” diye çığlık atanlar gelişme işaretleri veren sınıf mücadelesinden ürkmeye başlamıştı. Ardından 27 Mayıs geldi. 27 Mayıs Anayasası bir siyasal partinin meclis çoğunluğunu kullanarak keyfileşmesini engellemeyi amaçlamıştır. Bu nedenle cumhuriyet tarihinin en demokratik seçim kanunu bu döneme aittir. TİP bu kanun sayesinde meclise girmiştir. İki egemen siyasal gücün bu dönemdeki iktidar savaşıyla birlikte öyle gelişmeler yaşandı ki, bu egemenlik mücadelesini gölgede bırakmıştır.
1946’larda başlayan çok partili sistemin ve 27 Mayıs sonrasının en gürbüz çocuğu dalga dalga yükselen sınıflar mücadelesi olmuştur. Bu gelişmeler Demirel’e “bu anayasa ile ülke yönetilmez” dedirtmiştir. Elbette Türkiye’de bunlar yaşanırken dünyanın o dönemdeki koşulları unutulmamalıdır. Sosyalizmin ve ulusal kurtuluş savaşlarının yükseldiği bir dünyada yaşanıyordu. İki egemen gücün siyasal mücadelesi ile başlayan “çok partili” dönem, sınıflar mücadelesinin yükselişi ile bunun çok ötesine zorlandı. Çok partili dönemin 1960-80 arasına devrimci mücadele damgasını vurdu. Anayasalar, kanunlar hep bu mücadeleye göre defalarca elden geçirildiler. Sonra yaşananlar malum. 12 Mart ve 12 Eylül’le “ülkeyi yönetilebilir” hale getiren anayasalar yapıldı.
Adalet Partisi ve CHP dışından olaylara baktığımızda bir olgu çok açık görülebiliyor. İşçi, öğrenci ve kısmen köylü hareketini kapsayan devrimci hareket hiç olmadığı ölçüde yaygınlaştı, güçlendi. Dönemin sonlarına doğru Kürt Özgürlük Hareketi de büyümeye başlamıştır. Bu iki hareketin doğuş ve gelişimindeki zaman farkı, onların güçlerini birleştirmelerine engel olmuştur. Daha doğrusu düzen, 12 Eylül stratejik vuruşunu bir yanıyla da bu olası ittifakın yolunu kesmek için yapmıştır. Aksi durumda “çok partili sistem” kendi niyetinden öte noktalara sürüklenebilirdi. Devrimci Hareket ve Kürt Özgürlük Hareketi “çok partili sistemin” demokrasi oyununu deşifre etmiş, onun sığlığını ve sahtekârlığını gözler önüne sermiştir.
“Çok partili sistemin” içinden bilindiği gibi “demokrasi” değil, faşizm çıktı. Gerçek demokrasi güçleri ise ezilmeye çalışıldı. Devrimci Hareket büyük güç kaybetti, ancak Kürt Özgürlük Hareketi kendini büyütmeyi başardı.
Günümüzde dünyanın ve Türkiye’nin çok farklı koşullarında yeniden egemenler arasında şiddetli bir bilek güreşi yaşanıyor. Dünün “hürriyet” söyleminin yerini bugün “demokrasi” aldı. Egemen güçler arasındaki iktidar savaşından, sahnede sadece kendileri olduğu sürece, çeşitli yönetim biçimleri çıkabilir, fakat “demokrasi” çıkmaz. Daha doğrusu sözde “demokrasi” sadece onları kapsar, ancak geniş kitleleri içine almaz. Cumhuriyet ilk kapsamlı “demokrasi” sınavında, “çok partili sistem”le, yükselen sınıflar mücadelesi karşısında sınıfta kaldı. Hele sınıflar mücadelesine, Kürt Özgürlük Hareketinin yükselişi de eklenince en koyu faşizm yılları yaşandı. Şimdilerde bu yılları sadece “Ergenekon” veya askerin vesayeti ile açıklamak çok moda oldu. Türk burjuvazisinin tüm tarihinde “demokrasi”nin en küçük filizinden ölümünü görmüşçesine korktuğu unutuluyor. Bu yapısal korkusunun değiştiğini gösteren ortada hiçbir güçlü kanıt yoktur.
Şimdi sosyalizmin yıkılışının yarattığı sersemleşmenin yavaş yavaş dağıldığı, neoliberal bir dünya ve Türkiye’de yaşıyoruz. Üstelik neoliberalizm büyük ekonomik krizle güçlü bir darbe yemiştir. Egemen zümreler arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi var ve yine “demokrasi” lafı dillerde. Hatta son konuşmasında Erdoğan “ileri demokrasi”den bile söz etti. 46’lar sonrası bilek güreşinde egemen zümrelerin “devletçilik” ve “liberal ekonomi” olarak iki farklı ekonomik programı vardı. Bugün bu fark ortadan kalkmıştır. Neoliberal soygunun kimin eliyle yapılacağının kavgası veriliyor. Bu nedenle siyaset sahnesinde konular ikide bir kişiselleşiyor. Siyasetteki yozlaşma zirve noktalarına tırmanıyor.
Unutulmaması gereken bir önemli nokta neoliberalizmle demokrasinin ilişkisinin pamuk ipliğine bağlı olmasıdır. Yaygın neoliberal soygun, aynı zamanda burjuva demokrasisinin maddi temellerini zayıflatıyor. Bugün “demokrasi” içi çürümüş bir ağaca dönüşmüştür. Bizde ordunun vesayeti ile bir siyasal hesaplaşma yaşandığı için “demokrasi” söylemi şimdilik bir canlılığa sahiptir. Ancak siyasal islamın demokrasiden anladığının “taraf olmayan bertaraf olur”dan ibaret olduğu her geçen gün yaşandıkça bu canlılık yerini tepkilere bırakacaktır. Daha önemlisi dünyada neoliberalizmin iflas ettiği ülkelerde artık “demokrasi” değil “katılımcı demokrasi” hedefi öne çıkmıştır. Demokrasi egemen zümrelerin sahnesinde oynanan bir oyun olmaktan çıkıp, sıradan halk kitlelerinin kendi inisiyatifine geçmeye başlamıştır.
Cumhuriyetin 1946’larda başlayan ilk “demokrasi sancısı” sınıflar mücadelesi karşısında sınıfta kalıp, faşizme dönüşmüştür. Şimdi, ikinci “demokrasi sancısı” Kürt sorunundan sınava girecektir. Egemen zümreler arasındaki gürültülü sahne oyununun artık perde arkasına geçiliyor. Düzenin Kürt sorunu sınavından kaçınması artık mümkün değildir. Kemalizme ve ulusalcılara karşı tarihsel bir fırsat yakalayan siyasal islam için “demokrasi” artık ateşten bir gömleğe dönüşecektir. Dünya halkları çürüyen “demokrasi”den “katılımcı demokrasiye” geçiyor. Latin Amerika bize çok uzak görünse de, Kürt Özgürlük Hareketinin “özerklik” talebi ve mücadelesi “katılımcı demokrasi”den başka bir şey değildir. Üstelik bu dalganın yanında, neoliberalizmin yarattığı maddi ve sosyal yıkımın içinden geniş yoksul ve çalışan yığınların henüz şekilsiz öfkesi kıpırdanmaktadır.
Devrimci hareket ve Kürt Özgürlük hareketi yaşamsal ittifak momentini 70’li ve 80’li yıllarda kaçırdı. Ardından gelen on yıllarda halkların arasına şovenizm duvarı örüldü. Son referandumun gösterdiği gibi bu duvar artık yeterince güçlü ve işlevsel değildir. Daha yükseltilirse sahiplerinin başına yıkılabilir. Neoliberalizmin yıkımı arttıkça yeni tarz bir sınıf mücadelesinin yükselmesi ve Kürt Özgürlük Hareketi ile kaçırılan ittifak fırsatının yeniden yaratılması mümkündür. Referandum sonrası “yeni dönem”de, egemen zümrelerin sahne oyunundan yoksulların-çalışan kitlelerin ve Kürt Özgürlük Hareketinin düzeni “demokrasi” konusunda sınava zorlayacağı günlere geçiliyor.