15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi 46 yıl sonra ne ifade ediyor?
Yüksel Taşkın geçen gün bir röportajında “Bu toplum 1876’dan beri her fırsatta özgürlükler alanını geliştirmeye çalışıyor, daha sonra devlet toparlanıp bu alanı geriletiyor.” demişti. Bu açıdan bakıldığında toplumun özgürlük alanlarını geliştirme hamlelerinin 1908’den sonra gerçekleşenlerinin tamamı ezilenlerin bir öbeğinin öncülüğünde gerçekleşmiş Badiou’cu anlamda olaylar olduğu söylenebilir. 15-16 Haziran bu kitlesel özgürleşme hamlelerinden sınıf öğesini en fazla içinde barındıran olaydır. İşçiler DİSK nezdinde kendi öz güçlerini temsil ettiğini hissettikleri DİSK’in alanının daraltılmasına dönük kararlı bir isyan gerçekleştirmişlerdir. İki gün üst üste on binlerce işçi İstanbul’u fethetmiş, patronların bir kısmı devrim oluyor diye ülkeden ayrılmayı tercih etmiştir. İşçiler ücret, iş vs. talebiyle değil kendi seslerinin kısılmasına engel olmak için öne atılmışlardır. Sosyalistlerin bir kısmının bile “Türkiye’de işçi sınıfı olabilir mi?” diye papatya falı açtığı bir dönemde ortalığı alt üst etmişlerdir. İstanbul’un en lüks mahallelerinde yürümüş, tek bir yağma gerçekleştirmemiş, askeri birlikleri kendi karşısında kıpırdayamaz hale getirmişlerdir. İstanbul’da 2 gün boyunca işçi tulumlarını giymiş özgürlük rüzgarları esmiştir. Zaten kapitalizm koşullarında ezilenlerin kendi iradeleri ile sokağa çıkmaları, ayağa kalkmaları dışında bir özgürlük olanağı da mevcut değildir.
Devletin bu hamleye reaksiyonu ne olmuştur? Derhal sıkıyönetim ilan edilmiş, Özel Harp teknikleri devreye sokulmuştur. Eylem yapılan fabrikaların kapılarına tanklar dizilmiştir. Olaylarda ölen işçilerden biri işkence ile dipçiklerle dövülerek katledilmiş, sokak kenarına terk edilmiştir. CHP, dönemin iktidar partisi AP ile birleşip yasaya destek vermiştir. Böylesi bir kitlesel kalkışma karşısında yeterince güçlü olmadığına karar veren devlet, bir NATO ordusuna yakışır biçimde bir iç savaş ordusu oluşturmak için iç temizlik gerçekleştirmiştir. Zaten 15-16 Haziran’dan 9 ay sonra 12 Mart askeri muhtırası verilmiş, sıkıyönetim ilan edilmiştir. Mecliste sosyalistlere yer vermemek için gerekli düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Türk Devleti ezilenlerin sesini bastırmak için sahip olduğu reçeteyi her dönem, benzer tehditler karşısında benzer biçimde hayata geçirmektedir.
Bugünün ezilenlerinin özgürlük partisi daha çok Kürtçe konuşuyor. Özellikle Ekim 2014 Kobane direnişi sonrasında yazılan Çöktürme Planı ve 10,5 saatlik MGK toplantısı devletin işlerin kontrolünden çıktığı hissettiği dönemlerde benzer tepkiler vermeye devam ettiğini gösteriyor. 2015 Türk Devleti’nin aşağıdan bir toplumsal dönüşüme “normal” yollardan kapalı olduğunun da bir kez daha test edildiği ve onaylandığı bir yıl oldu. Türkiye’de demokrasinin gerçek anlamda bir devrim konusu olmaya devam ettiği de açıkça ortaya konmuş oldu.
Bugünün en önemli avantajı demokrasi talebinin farklı şiddetlerde de olsa çok farklı kaynaklara sahip olmasıdır. Sadece geçtiğimiz hafta liselerden, fabrikalardan, LGBTİ’lerden yükselen sesler demokrasi talebinin Türkçe ifade edildiği zeminlerin ve olanakların oldukça fazla olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Erdoğan’ın ne yapmaya çalıştığından daha ziyade bu demokrasi talebini güçlendirme yollarını aramak, bulmak ve eyleme geçirmek çok daha büyük ihtiyaç. Erdoğan’ı olduğundan daha güçlü, daha planlı ve daha rahat gösteren tüm açıklamalar aslında kitle hareketinin özgüvenini kırmaya hizmet ediyor.
Şurası açık: Dışarıdan aldıkları sinyaller kötüleştikçe içeriden yükselen tepkileri daha fazla kriminalize etme, daha saldırganlaşma, daha fazla paramiliter unsurları devreye sokma eğilimleri artacak. Bu yüzden sözlerinin ve mevzilerinin ardında hareketine ağırlık katacak bir disiplin ve kararlılıkla durmayan bütün hareketler önümüzdeki dönemde sokaklardan çekilecekler. Erdoğan girdiği yoğun türbülans döneminde aşağıdan bir inisiyatif alınmasını kesinlikle istemiyor. Dokunulmazlık saldırısının ete kemiğe büründürülmesinin yaklaştığı günlerde sokakların baharla birlikte yükselen özgüvenini tamamen ezmek istiyor.
Gezi’nin ilk günlerinde sonradan cemaat polislerinin üzerine yıkılmaya çalışılan aşırı polis şiddeti aslında Erdoğan’ın Obama’dan Beyaz Saray’da yediği fırça sonrasında aldığı gardının bir sonucuydu. Bugün yine aynı gard, yine benzer bir saldırganlıkla alınıyor. Ama 3 sene öncesine göre çok daha dezavantajlı bir durumda.
Yazın sıcaklığı artık çok daha yakından hissedilebiliyor.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]