Fütursuzca öldüren bir devlet nasıl durdurulabilir?
Dilek Doğan’ın öldürülme sahneleri basında yansıdı. Acımız bir kez daha katmerlendi.
Tahir Elçi’nin ölümü üzerinden haftalar geçti ama hala ortalıkta netleşen bir zanlı yok.
Kahramanmaraş’ta 37 yıl önceki katliamın anmasını yapmak yasak “güvenlik gerekçesi” ile. Kırklareli’de Ankara Katliamı’ndan sağ dönen arkadaşlarını, oğullarını, kızlarını birlikte bekleyen insanlara toplantı gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefetten soruşturma açıldı.
19 Aralık “Hayata Dönüş” operasyonunun üzerinden 15 yıl geçti. AKP iktidarının önünü açan bu katliamda yakılan insanlarımızın, açık grevlerinde Wernicke-Korsakoff hastalığına tutsak edilen yiğitlerin unutulması bekleniyor.
Silopi’den, Cizre’den, Nusaybin’den çocukların, dedelerin, hamile kadınların ölüm haberleri geliyor ardı ardına. 4 çocuk annesi Emire Gök de katledildi. Devlet bölgeyi terk etmeyen sivillere rehin muamelesi yapıyor, direnişi kıramadıkça sivilleri birer birer kırıyor. Sonrada Başbakan evlerini terk edenlere “devletin “merhamet” içinde el uzatacağını” açıklıyor. Biz bu demeçleri dinlerken artık utanç ve öfke karmaşası içinde boğuluyoruz.
Dış politikası bütünüyle çöken, “baş düşman” İsrail ile anlaşmanın yollarını arayan, ABD’nin bir sözünden çıkmayan, Başika’ya gitmesi ile gelmesi bir olan, Putin’in küfürleri karşısında Kasımpaşalı kökenlerini unutan devletlilerimiz, yine öfkelerini kendi halkından çıkarıyorlar. Ezik, karaktersiz erkeklerin hayattaki örselenmişliklerinin hesabını soramamalarının bedelini çoluk çocuklarına ödetmeleri gibi yurtdışı maceralarından hayal kırıklıkları ile dönüp ordu komutanlarıyla ilçeleri kuşatıp, işsiz bıraktığı, geleceğini elinden aldığı, kimliğini yok saydığı gençlerle “savaşıyor”. Tanklar kentleri bombalıyor.
“Kardeşimin kimliğini tanı, savaşarak değil müzakere ile meseleleri çözelim” diyenleri gaz bombaları, kelepçeli gözaltılar, tutuklamalar ile yıldırılmaya çalışılıyor.
Toplumun hastalanmış bir kesimi ise Konya stadındakilerin yolundan giderek zalimin yanında ezilenlerin üzerinde tepinmeyi marifet sanıyor. Kendisini bir patronun kölesi, 900 liralık maaşla çaresiz, işsiz, güçsüz, mutsuz kılan düzenin sahiplerinin sözünden çıkmamayı, acısı olana hoyratça davranmayı erdemleştiriyor. 12 Eylül’de faşizmin galebe çalmasının ve neo liberalizmin ruhlara dizginsiz hakimiyetinin yarattığı kabus bir sonuç. Solun gidemediği, değemediği, gerçeklerin önündeki sis perdesini kaldıramadığı yerlerde artık sadece mağara adımları yaşıyor. Devrimci hareketi ezmeyi birinci öncelik olarak gören Soğuk Savaşçı generallerin ve 12 yıllık “Polat Alemdar” heveslisi AKP’nin yarattığı bir hilkat garibesi ile bir aradayız.
Bugün toplumu sağaltabilecek yegane gerçeğin direniş olduğu karşımızda duran en yalın gerçektir. Toplum, kendisini yok etmeye ahdetmiş, kendisine bir köleler sürüsü olmak dışında bir seçenek bırakmamaya azimli bu devlet anlayışını kendi denetimi altına alabilecek mi? Devletin Özel Harpçi geleneğini imha edecek bir karşı hegemonya yaratabilecek mi? 7 Haziran’dan sonra yaşadıklarımız devletin bu temel karakterinin değiştirilememesinin herhangi bir demokratik gelişmenin önündeki en büyük engel olduğunun göstergesi değil midir? Marx ve Lenin’in Komün’den çıkardıkları temel ders “devrimin burjuva devlet aygıtını olduğu gibi kullanmasının mümkün olmadığını öncelikle onu imha etmesi gerektiğini” söylememişler miydi? Bugün asgari bir demokrasinin temel şartı devletin kendi toplumuna ilk fırsatta savaş açabilme imkanını elinden almak değil midir? Erdoğan’ın sözüm ona “demokratikleşme”sinin sonunda devletin kadim geleneklerinin fışkırdığı, Soğuk Savaş ittifaklarının yeniden yapılandırıldığı bir momente eriştik. Devletin her türlü cezasızlık içinde istediği gibi cinayet işleyebildiği bir ülkede özgürlük de adalet de demokraside olmaz.
Bu yüzden özgürlük mücadelesi, devletin karşısında bir denge yaratmak zorunda. Bugün Kürdistan’da yaşananları bu çerçeveden bağımsız ele alamayız. Bu yüzden bu mücadele sadece Kürt’ün özgürlük mücadelesi değildir. Halklarımızın kaderlerinin ayrışması sadece egemenlerin karanlık senaryolarını güçlendirir.
Geçtiğimiz hafta yaşanan direnişler Batı’da güçlü bir kıpırdanışın sinyalleri olarak okunmalı. Gezi’den, Kobane’den HDP’ye ve 7 Haziran’a varan süreçte en büyük kazanımımız halklarımızın kader birliğini hissini yakalaması idi. Bu halkaya sımsıkı sarılalım. Belki de binlerin Batı’dan Diyarbakır’a akışını birlikte örgütleyerek acılarımızın ortak olduğunu önümüzdeki günlerde çok daha açıkça sergileyebiliriz.
Kuyucu Murat geleneğini tarihe gömmek için bu canavarı ve savaş makinesini el birliği ile durduralım.
[button link=”http://www.sodap.org/m-sinan-mert-tum-yazilari/” align=”right” font_style=”italic” icon=”momizat-icon-pencil” icon_color=”#ffff00″]Yazarın tüm yazıları..[/button]