Her bir yanımızı sarıp sarmalayan politik gelişmeler arasında yaşam alanlarımıza dair ciddi kaygılar biberikmekte. IŞİD Ortadoğu’yu kan rengine boyarken çevremiz, doğamız AKP’nin gri politikalarıyla iyice renksizleşiyor. Aslında sadece AKP’ye bağlayıp yorumlamaya çalışırsak asıl gerçeği kaçırmış oluruz. Yazımızın konusu kentlerin talan ve yağma ile betonlaştırılması. Bu politikaların beslendiği kaynak kuşkusuz neo-liberalizm. Biz bu politikalara dair derin analizler yapmayacağız, fakat pratik sonuçları üzerinden farkındalık yaratmak derdimiz.
Sohbetlerimizin klasiklerinden “nerde o eski günler” hakikaten unutulmaya yüz tutuyor. İlkokulda koltuklarımızın kabarmasına neden olan dört mevsimin yaşanması coğrafyamıza farklı bir özgünlük katıyordu. Kışın yağan karla birlikte sokaklar elleri yüzleri moraran çocuklarla dolardı. Camdan çocuklarına feryat figan terlik sallayan annelere görünmeden parmaklarının ucuna basarak usul usul eve giren çocuklar nostalji oldu. Yada ilk bahar ağaçlar çiçek açtığında etrafın aldığı kokular doktorun yazdığı ilaçlardan bin kat fazla derman olurdu ruhumuza. Şimdi eskinin anımsananları arasında yerini aldı. Oysa birçok ozanın ruhuna da dokunup, eşsiz dizelerle ulaşır bize o güzelim türkülerde…
…
Çeşitli çiçekler yeşil yapraklar
Renklerin içinde nakşını saklar
Karanlık geceler aydın şafaklar
Uyanır cümlâlem sen varsın orda
…
Veysel’i söyleten sen oldun mutlak
Gezer daldan dala yorulur ahmak
Sen ağaç misali biz dalda yaprak
Meyva çekirdeksin sen varsın orda
Milyonlarca insanın yaşadığı metropoller doğayla bağların minimuma indiği yerlere dönüştü. Kentlerde orman yada ağaçlandırılmış alanlara yakın olmak ayrıcalıklı iken ayaklarımızı insanın hamuru toprağa değdiremiyoruz. Yağmur yağdığında ortalığı kaplayan kesif toprak kokusunda çay içmenin keyfini de “eski güzelim günler” sandığının içine yerleştirdik. Şimdi yağmur yağdığında derelerin lağım kokularına karşı az nefes almayı deniyoruz. Belki bu denemeler su altında uzun süre kalmayı hatta yaşamayı bize öğretir mi göreceğiz.
İstanbul’un nadide yerlerinden birinde eskiden (daha geçen yıl yav) ağaçların altına çimlere oturup yönümüz denize dönük hem dinlenip hem sohbet ederdik. Bir akşam vakti kentin gürültüsünden arınıp yine bu yerde ağaca sırtımızı yaslayıp güzelim Topkapı Sarayına denizin karşı kıyısından bakmak isterken öfke seline kapılmamak elde değildi. Beton yığınları arasından geçip yine bir inşaat çalışmasıyla karşılaşmak bir labirentin içinden dönüp durmak gibi bir his doğrusu. Demir bariyerlerle etrafını çevirilen yeşillik alanda iş makinaları, ne ağaç nede çim bırakmış. Oturup iki çift laf edecek dost sohbetini dahi yapacağımız alanlardan yoksun bıraktılar bizi. Adı yeşil kendi gri olan sermaye iktidarına onların dilinden beddua etmeden geçemeyeceğiz: “Allah elinizde seccade sokak sokak dolaşır, namaz kılacak yer bulamazsınız inşallah!”
Beton kafalıların toprağa, yeşile hasret teden talanlarına küçükte olsa eski güzel günleri var etme girişimler de söz konusu. Son bir hafta içinde üç güzel fotoğraf karesi yazımızın başlığına yer buldu. Aynı zamanda yaşadığımız mahallelerin beton yığınlarına dönüştürülmesine itirazın da fotoğrafıydı. İlki Gebze Dayanışmaevleri üyelerinin çöp dolu bir alanda peyzaj çalışmalarına aitti. Fidan dikip sokağı renklendiren Gebze’liler mahallelerine anlamlı bir katkı sundular. Gençlerin toprağa iki büklüm çalışırken çekilen fotoğraf karesinde renkli bir yazı da dikkat çekiyordu. “gri yasak”. İkinci fotoğraf ise Okmeydanı’ına ait. Nereyse her yıl belediyenin çeşitli “düzenlemesi” ile farklı şekillere giren park, en sonunda ağaçları da kesilerek meydana dönüştürüldü. Okmeydanı ki dar sokakları ve yüksek binaları ile toprağı geçtim gökyüzüne daracık bir pencereden bakar durumda. Betonun dışında bir şey aramak zaman kaybından başka bir şeyin sonucunu vermez. Böyle bir mahallede küçük bir parkın her bir yerine altından da beton döksen kime faydası var? Zira meydana dönüştürüldükten sonra mahallelinin yanından transit geçtiği bir alan neye yarar? Mahalle halkının neredeyse çayını çekirdeğini alıp sohbet etmeyeninin kalmadığı bir alanı eski haline dönüştürmeyi dert edindi Dayanışmaevi üyeleri. Halkın parkına ve doğasının üzerinde istediği değişikliği yapmayı kendinde hak görenlere inat ağaçlarını diktiler “belediyenin meydanı”na! Ağaçların dikilmesiyle halkın parkı yani Mehmet Ayvalıtaş Parkı oldu artık.
Ve bir diğeri de Validebağ Korusu’nda otopark genişletme çalışmasına karşı ağaç dikme eylemiydi. Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerinin ağaç dikmek isteyenlere bu alanın sit alanı olduğunu söylemesi kafalarının miksere dönüştüğünün göstergesiydi. Saf çimentoyla yoğrulan emniyet güçlerinin ağaç dikimine müdahalesi gecikmedi. Polisin gazına rağmen ağacına sarılan insanların toprakla buluşan fidanların köklerine can suyu koymalarına engel olamadı.
Canlıların yaşadığı yerlere beton değil yeşil yakışır!